Okuma Araçları

1200px
16px
100%

Varlık ve Benlik: Felsefi, Bilimsel ve Dini Yaklaşımlar

Varlık ve Benlik: Felsefi, Bilimsel ve Dini Yaklaşımlar

1. Felsefi Yaklaşımlar

Platon (sol) ve Aristoteles (sağ), Raphael’in “Atina Okulu” freskinden detay. Antik Yunan felsefesi, varlık ve gerçeklik konularını ilk sistemli inceleyen düşünce geleneğidir. Platon, değişmeyen İdealar (Formlar) dünyasını gerçek varlık olarak görürken, duyusal dünyayı bu ideaların soluk bir yansıması saydı. Aristoteles ise varlığı somut tekil varlıklar ve onların özleri (cevherleri) üzerinden ele aldı; her şeyin bir nedeni olması gerektiğini savunarak en sonunda kendisi nedensiz olan ilk neden (ilk hareket ettirici) fikrine ulaştı[1]. Her iki düşünür de mutlak “yokluk” fikrine temkinli yaklaştı; Parmenides’ten beri Yunan düşüncesinde “hiçlik” kavramı ya imkânsız ya da anlamsız sayılmıştır[2]. Bu klasik metafizik anlayışta, varlık zorunlu ve sürekli bir şey olarak kabul edilmiş, yokluk ise düşünsel bir sınır durum olarak görülmüştür.

Orta Çağ’da felsefe, dini inançlarla harmanlandı. Özellikle Hristiyan filozoflar Augustinus (MS 4.–5. yy) ve Thomas Aquinas (MS 13. yy), Antik Yunan metafiziğini kendi teolojik çerçevelerine uyarladılar. Augustinus, Plotinos’tan etkilenen bir Yeni-Platoncu olarak, tüm varlığı yoktan ve iyi bir Tanrı’nın yarattığını savundu. Ona göre varlığın nedeni Tanrı’nın iyiliğidir; yaratılan her şey özünde iyidir ve hiçlik, Tanrı’dan uzaklaşma veya O’nun yokluğu anlamına gelir (şeytanın ve kötülüğün, iyiliğin eksikliği olması gibi). Aquinas ise Aristotelesçi nedensellik ilkesini evrene uygulayarak, evrendeki her oluş ve var olan şey için bir nedenler zinciri olduğunu, fakat sonsuz regresyon olamayacağı için en başta zorunlu olarak var olan bir İlk Neden bulunması gerektiğini öne sürdü[3]. Bu İlk Neden’i Hristiyan Tanrısı ile özdeşleştiren Aquinas, Tanrı’nın “varlığı zorunlu” (vacibü’l-vücud) tek varlık olduğunu, diğer tüm varlıkların O’ndan “ödünç varlık” aldığını belirtmiştir. Böylece Orta Çağ felsefesinde varlık, Tanrı’nın sürekli yarattığı ve ayakta tuttuğu bir gerçeklik, benlik ise Tanrı tarafından verilmiş ölümsüz bir ruh olarak anlaşılmıştır.

Yeni Çağ ile birlikte (17.–18. yy), felsefi yaklaşımlar çeşitlendi ve sekülerleşti. Bazı önemli filozofların görüşleri şöyle özetlenebilir:

  • René Descartes (17. yy): “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) diyerek benliğin açık ve kesin bilgisini temel alan Descartes, varlığın güvencesini Tanrı’nın varoluşuna dayandırdı. Ona göre dış dünyadan bile emin olmadan önce, düşünen bir öz olarak kendi varlığımızdan eminiz ve bu düşünen öz, bedenimizden ayrı bir tözdür[4]. Descartes Tanrıyı, yanılsamaları engelleyen ve matematiksel gerçeklikleri güvenilir kılan mükemmel bir varlık olarak görür; evrenin ve kendi varlığımızın sürdürülmesi için Tanrı’nın sürekli yaratıcı etkisine ihtiyaç duyar. Benlik Descartes’ta bedenle geçici bir ilişkisi olan, esas itibarıyla düşünen ruh anlamına gelir.
  • Baruch Spinoza (17. yy): Spinoza, evrendeki tüm varoluşu tek bir özde (substans) birleştirerek radikal bir monizm önerdi. Ona göre Tanrı ya da Doğa (Deus sive Natura) tek ve aynı şeydir; bu sonsuz ve zorunlu öz, kendi kendinin nedeni olarak vardır ve yokluğu mümkün değildir. Tüm tekil varlıklar (insan zihni dahil) bu tek özün “modları” yani görünümleridir. Varlık, Spinoza’da bütünüyle zorunludur – eğer hiçbir şey olmasaydı, Tanrı da olmazdı, ama Tanrı zorunlu olarak vardır; dolayısıyla yokluk imkânsızdır. Benlik ise evrensel özün bir parçası olduğundan ayrı bir özgür iradeye sahip değildir; insanlar kendilerini ayrı bireyler sansalar da aslında doğanın zaruri düzeninin bir parçasıdırlar. Spinoza, bireysel ruhların ölümsüzlüğünü de reddeder, tek tek benlikler değil, bütünsel doğa ebedidir.
  • David Hume (18. yy): Ampirizmin öncülerinden olan Hume, varlık konusunda radikal bir şüphecilik ortaya koydu. Neden-sonuç ilişkilerinin zorunlu olduğunu sadece alışkanlık nedeniyle varsaydığımızı, evrenin bir başlangıcı olup olmamasına dair kesin bir bilgimizin olamayacağını savundu[5]. “Neden bir şey var, hiçlik yok?” sorusunun da belki cevapsız (ya da anlamsız) olduğunu ima etti; çünkü deneyimlemediğimiz bir “hiçlik durumu” hakkında konuşamayız. Hume özellikle benlik kavramını sorgulayarak ünlü “bundle theory” (demet kuramı) tezini ileri sürdü: İnsanın sürekliliği izlenimini veren şey, gerçekte birbirini izleyen algılar, duygular ve düşünceler demetidir; kalıcı bir öz veya ruh deneyimlenmez[6]. Örneğin acıkma, sevinç, keder gibi haller kesintisiz bir akış halindedir ve Hume “içimize baktığımızda asla bir ben ile karşılaşmayız, hep bir algı buluruz” diyerek benliğin bağımsız bir varlık olmadığını ileri sürmüştür. Bu görüş, Descartes’ın değişmez bir ruh anlayışıyla taban tabana zıttır.
  • Immanuel Kant (18. yy): Kant, metafizik soruları akılcı bir eleştiriye tabi tutarak “varlık” kavramını bilgi teorisi açısından değerlendirdi. Ünlü eleştirisi, varlığın bir yüklem olmadığı yönündedir; yani bir şeye “vardır” demek, onun sadece deney dünyamızda yer aldığını belirtir, yoksa onun hakkında yeni bir nitelik söylemez. Bu yüzden sırf mantıksal düşünceyle varlığın sebebini açıklamak zordur. Kant, Hume’un “evrenin bir nedeni olmak zorunda değildir” fikrine kısmen katıldı ve nedenselliğin yalnızca deneyim dünyasının bir kategorisi olduğunu, evrenin bütünü için sebep aramanın insan zihninin doğal bir eğilimi olsa da bunu ne kanıtlayabileceğimizi ne de tamamen vazgeçebileceğimizi söyledi[5]. Niçin hiçlik değil de bir şey var? sorusu, Kant’a göre insan aklının yanıtlayamayacağı aşkın bir problemdir, çünkü bizim bilgi alanımız (fenomenler) uzay ve zamanın içindekilerle sınırlıdır. Benlik konusunda Kant, deneyimlerimizin birliğini mümkün kılan bir transendental apperception (aşkın benlik) kavramından bahseder. Yani tüm algıları “benim algılarım” diye bir arada tutan zihinsel bir iplik vardır; ancak bu ipliği (kendimizi) bir nesne gibi asla deneyimleyemeyiz. Başka bir deyişle, Kant için benlik deneyimin koşuludur, kendisi deneyimin bir parçası değil – bu nedenle ne tam ispatlanabilir ne de yok sayılabilir.
  • yüzyıl ve sonrası felsefede varlık ve benlik soruları, özellikle varoluşçu ve kıta felsefesinde yeniden merkezî bir konum kazandı. Martin Heidegger, “Neden hiçlik değil de bir şey var?” sorusunu metafiziğin temel sorusu ilan ederek felsefi gündeme taşıdı[7]. Heidegger’e göre “varlık” (Sein), bizim gündelik var olanlar (varlıklar – Seiendes) arasından farkına varamadığımız, ancak Dasein (insan varoluşu) sayesinde soru haline gelebilen bir kavramdır. İnsan, hiçlik duygusuyla (örneğin derin kaygı anlarında) karşılaştığında, aslında varlığın anlamını sorgulamaya başlar; bu deneyim ona göre felsefenin kapısını aralar. Heidegger, geleneksel metafiziğin varlığı bir var olan gibi ele almasını eleştirerek, varlığın aslında yoklukla birlikte düşünüldüğünü söyler: “Hiçlik, varlığı gizlerken açığa çıkarır” gibi paradoksal ifadeler kullanır[8]. Bu zor ifadeler bazılarınca anlamsız bulunsa da Heidegger, insanın ölümlülüğünün (sonluluğunun) ve yok olup gidecek oluşunun farkında olmasını, varlığa dair özgün bir kavrayış için şart görür. Benlik anlayışı ise Heidegger’de Kartezyen özne fikrinden uzaklaşıp dünyaya fırlatılmış olma durumu ile tanımlanır. Yani insan “iç dünyası” ve ayrı bir ego olarak değil, hep bir bağlam içinde, bir çevrede ve diğer insanlarla birlikte var olur. Heidegger, Dasein’ın özünü “dünyada-var-olma” olarak tanımlarken, kişinin kendisini bir süreç ve imkânlar bütünü olarak görmesini sağlar.

Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre da varlık ve hiçlik temasını işlemiştir. Sartre’a göre Tanrı olmadığında evrendeki varlığın hiçbir ilahi amacı veya zorunlu nedeni yoktur: “Varoluş, anlamsız bir taşkınlıktır”. Ünlü karakteri Roquentin (Bulantı romanında) etrafındaki şeylerin “gereksiz yere orada olduğunu” idrak ederek bunaltı yaşar. Bu, Sartre’ın felsefi konumudur: Varlık nedensiz ve gelişgüzeldir. İnsanın bilinci ise bu anlamsız varlık içinde tek özgürlük kaynağıdır. Sartre “Varlık ve Hiçlik” (L’Être et le Néant) eserinde bilinci “hiçlik” kavramıyla tanımlar: Bilinç, kendisi olmadığını varsayabildiği, kendinde bir öz taşımayan bir süreçtir. Örneğin insan “kendi olmadığı” şeyleri hayal edip arzulayabilir, bu sayede özgürce seçim yapabilir. Bu anlamda insan bilinci bir hiçlik yaratır, zira mevcut durumu aşar, olmayana yönelebilir[9]. Sartre’ın meşhur ifadesiyle “varoluş, özden önce gelir”: Yani insan önce dünyaya gelir (var olur), benlik veya öz dediğimiz şeyi ise yaşamı boyunca seçimleriyle kendi oluşturur. Bu, sabit bir insan doğası veya Tanrı vergisi bir ruh fikrini reddeder. İnsan tamamen özgürdür ve özgürlüğe “mahkûmdur”; bu özgürlük, aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve kaygı getirir. Sartre’a göre insanlar genellikle özgürlüğün getirdiği bu yükten kaçmak için “kötü niyet” ile sahte özler (bahaneler, rollere sığınma vs.) üretirler, fakat otantik benlik, sürekli kendini yaratmayı gerektirir. Sartre’ın bu görüşleri, özcü (essentialist) benlik tanımlarına bir meydan okuma olarak görülebilir.

Çağdaş kıta felsefesinde Gilles Deleuze gibi düşünürler de varlık ve benlik kavramlarını yeniden yorumladılar. Deleuze, Batı metafiziğinin “özdeşlik, kalıcılık” vurgusuna karşı “süreç, oluş ve fark” kavramlarını öne çıkardı. Klasik soruyu “Neden hiçlik değil de bir şey var?” şeklinde sormaktansa, varlığın sürekli bir oluş hali olduğunu, bir mutlak hiçlik fikrinin aslında anlamlı olmadığını ima etti. Deleuze’e göre evrendeki gerçeklik, durmadan farklılaşan, yeniden üreten bir “akılyürütme düzlemi”dir (düzlem-i immanence); burada ne mutlak başlangıç ne de tam bir yok oluş vardır, sadece bitimsiz dönüşüm. Benlik de bu sürekli akışın bir düğümü gibidir: Her birimiz toplumsal ve biyolojik akışların, arzuların bir araya geldiği “makineler”iz. Böylece Deleuze, benliği de sabit bir özne olmaktan çıkarıp ilişkisel ve devingen bir oluşuma indirgiyor. Bu gibi çağdaş görüşler, geleneksel felsefedeki öznelci benlik fikrine karşı, benliği bir ağ konumu veya süreç olarak görmekle, modern nörobilimsel yaklaşımlarla da kısmen örtüşür.

Benlik, bilinç ve öz farkındalık kavramları tarih boyunca felsefenin merkezinde yer almıştır ve filozoflar bu konuda oldukça farklı tutumlar geliştirmişlerdir. Örneğin Platon ve onu izleyen Augustinus, benliği bedenden bağımsız ve ölümsüz bir ruh olarak görmüş, gerçek insanın beden değil bu ruh olduğunu savunmuşlardır. Aristoteles, buna karşılık, ruhu bedenin formu (canlılık ilkesi) olarak tanımlayıp ondan ayrı bir cevher saymamış, böylece benliği bedenle birlik içinde ele almıştır[10]. Descartes, modern felsefede benliği tekrar bedeninden ayırarak düşünen öze indirgemiş, “düşünce”yi insanın özü kabul etmiştir (zihinsel varlığımızdan asla şüphe edemeyiz)[4]. Hume ise benliğin böyle değişmez bir öz olarak algılanamadığını, özdeşlik hissimizin ardında sadece kesintisiz bir algı akışı bulunduğunu dile getirmiştir[6]. Kant, benliği deneyimin mümkün olma koşulu sayıp aşkın bir özne olarak düşünürken; Sartre gibi varoluşçular, benliğin sabit bir özü olmadığını, insanın kendi benliğini durmadan yarattığını söylemişlerdir. Görüldüğü gibi felsefede benlik kavramı, özcü (essensiyalist) yaklaşımlardan inkârcı yaklaşımlara (Hume’un benlik illüzyonu demesi gibi) geniş bir yelpazede tartışılmıştır. Bu tartışmaların güçlü yönü, insan bilinç ve kimlik deneyimini derinlemesine sorgulamalarıdır. Zayıf yönü ise ortak bir sonuca varmamaları, subjektif ve spekülatif kalabilmeleridir. Yine de felsefi birikim, benlik ve varlık sorularına dair kavramsal araçlar geliştirmiş, bu sayede bilimsel ve dini yaklaşımlarla diyalog kurmak için zemin hazırlamıştır.

Farklı filozofların varlık ve benlik konusundaki görüşleri arasındaki benzerlikler ve çatışmalar, aşağıdaki tabloda özetlenmiştir:

Düşünür / Akım

Varlık Görüşü

Benlik/Bilinç Görüşü

Platon (Eflatun)

Gerçek varlık değişmez İdealar dünyasıdır; duyulur dünya bu ideaların geçici bir yansımasıdır. Varlığın nihai temeli, İyilik ideası (Yaratıcı bir Demiurgos fikri de vardır) olup mutlak yokluk düşünülemez.

İnsanın özü ölümsüz ruhtur; beden, ruhun geçici taşıyıcısıdır. Bilgi, ruhun ideaları anımsamasıdır. Benlik, ruh ile özdeştir ve ruh bedenden ayrı var olabilir (ölümsüzdür).

Aristoteles

Varlık, tekil somut varlıklar (cevherler) olarak anlaşılır; her oluşun bir nedeni vardır ve bu nedenler zinciri en sonunda kendisi nedensiz olan İlk Hareket Ettirici’de sonlanır[1]. “Hiçlik” pratik bir kavram değildir, zira yokluk ancak varlığın olmaması olarak tanımlanabilir.

Ruh, bedenin formu olarak ondan ayrı bir töz değildir[10]. İnsan “rasyonel ruh” taşıyan bir canlıdır; ruh insana özgü yetiler bütünüdür. Benlik, beden ve ruhtan oluşan birliği ifade eder; ölümle bu birlik bozulur, bireysel ruhun devamı Orta Çağ yorumlarına göre mümkün olsa da Aristoteles’te belirsizdir.

Augustinus (Aziz Augustinus)

Varlık, Platoncu ideallerin Hristiyan yorumuyla açıklanır: Tüm varlık, mutlak iyi olan Tanrı tarafından yoktan yaratılmıştır. Varlığın amacı Tanrı’ya övgü ve hizmettir; hiçlik, Tanrı’dan uzaklaşma hali veya kötülüğün (iyilik yokluğunun) karşılığıdır.

İnsanın ruhu Tanrı’nın suretinde yaratılmış, ölümsüz bir cevherdir. “İçimde, benden üstün olan bir şey var” diyerek Augustinus, Tanrı’nın insan benliğindeki yansımasına vurgu yapar. Benlik, Tanrı’yı tanıma ve O’na yönelme kapasitesiyle değer kazanır; sadece bedensel değil manevi bir varoluştur.

Thomas Aquinas (Aziz Tommaso)

Aristotelesçi bir yaklaşımla, evrendeki her mümkün varlığı zorunlu bir varlığa (Tanrı’ya) dayanarak açıklar. Hiçbir şey kendi kendine var olamaz; Tanrı, zatı gereği var olan ve diğer her şeyi var eden İlk Neden’dir[3]. Yokluk, Tanrı’nın yokluğu demektir ve gerçek anlamda vuku bulmaz.

İnsan ruhu bedenin formu olsa da rasyonel (akli) ruh ölümsüzdür (Aquinas, bunu inançla birleştirir). Benlik, beden-ruh birleşiminden oluşur; ölümle ruh yaşamaya devam eder ve ahirette bedenle birleşecektir. Dolayısıyla benlik nihai anlamda Tanrı’ya hesabını verecek bir kişilik demektir.

René Descartes (Rasyonalizm)

Tanrı, Descartes için varlığın ve bilginin garantörüdür: Mükemmel bir Tanrı olmasa, dış dünyanın varlığından emin olamayız. Varlığın temeli, Tanrı’nın yaratıcı iradesidir; ancak Descartes evrenin mekanik işleyişini Tanrı’dan ayrı düşünerek fiziği sekülerleştirir.

Benlik düşünen şeydir (“res cogitans”). Zihin ve beden iki ayrı tözdür (dualizm); beden maddi, benlik ise maddi olmayan zihindir[4]. Kişinin gerçek özü zihnidir; beden bir makine gibi çalışır ve ruh tarafından yönetilir.

David Hume (Ampirizm)

Evrende zorunlu bir düzen ya da ilk neden olduğuna dair bilgimiz yoktur; dolayısıyla “Neden varlık var?” sorusu cevapsız kalabilir. Hume, evrenin bir başlangıcı olması gerekmediğini, bunun deneyim dışı bir spekülasyon olduğunu savunur[5]. Varlık bir “olgu”dur, ekstra bir açıklama zorunlu değildir (bir tür brute fact yaklaşımı).

Benlik dediğimiz şey, “bir arada bulunan algılar demetidir”; zihinde değişmez bir öz yoktur[6]. Kendimize baktığımızda sürekli değişen duyumlar ve düşünceler görürüz, bu yüzden kalıcı bir benlik bir kuruntudur. Hume’a göre ruh ya da benliğin özdeşliği bir yanılsamadan ibarettir.

Immanuel Kant (Eleştirel felsefe)

İnsanın anlama yetisi, varlık dünyasını şekillendirir; uzay, zaman, nedensellik gibi formlar bizim zihnimizin katkılarıdır. Bu yüzden “varlık neden var” sorusu, deneyim sınırlarını aştığı için teorik akıl ile yanıtlanamaz[5]. Yine de ahlaki nedenlerle Tanrı gibi zorunlu bir varlık fikrine başvurulabilir (pratik akıl).

Benlik iki düzeydedir: (1) Deneyimdeki ben (empirik ego) – duygu ve algılarla değişir; (2) Deneyimin koşulu olan aşkın ben (transendental ego) – tüm deneyimleri birleştiren bilinç birliği. Bu aşkın benliği deneyimleyemeyiz ama varlığını düşünmek zorundayız. Kant’a göre benlik, deney dünyasında bir fenomen değil, aklın birliğidir.

Martin Heidegger (Varoluşsal fenomenoloji)

“Varlık” (Sein) ve “hiçlik” kavramlarını ontolojinin temeline koyar. “Hiçlik, varlığı var kılar” derken, aslında insanın hiçliği tecrübe ederek varlığın anlamını kavrayabileceğini ima eder[8]. Heidegger’e göre varlık, ancak Dasein’ın (insanın) ilgisi ve sorusu sayesinde ortaya çıkar. Varlık zorunlu mu, tesadüfi mi sorusu yerine, varlığın bizatihi kendisini anlamaya çalışır; hiçlik, varlığın sınırında sürekli mevcuttur (ölüm farkındalığı gibi).

Benlik, Heidegger’de Dasein kavramıyla anılır: İnsan, dünyaya fırlatılmış, ölümlü bir varoluştur. Benlik, bireysel özden çok, “dünyada-var-oluş”un getirdiği bir imkândır. İnsan genellikle “das Man” (herkes) düzeyinde anonim yaşar, kendi özüne yabancılaşır; ancak otantik benlik, ölüm ve kaygı deneyimleriyle kendi varlığının farkına vararak ortaya çıkar. Yani benlik, sabit bir ruh değil, varoluşunun sorumluluğunu alabilen otantik bir yaşam projesidir.

Jean-Paul Sartre (Varoluşçuluk)

Tanrı olmadığından, varlığın önceden belirlenmiş bir anlamı veya nedeni yoktur. Evren “absürd”dür, varlık “orada öylesine vardır”. Sartre, varlığın bir “gerekliliği” olmadığını, hiçliğin teorik olarak mümkün olduğunu ama fiilen hiçlik durumunun anlamsız olduğunu vurgular. Yine de bilinç, hiçliği deneyimler: İnsan, mevcut durumunda olmayanı hayal edebilir, yokluğu düşünebilir. Böylece bilinç, varlığın içine hiçlik katar ve özgür seçim ortaya çıkarır[9].

Benlik, varoluşun kendisidir: İnsan önce var olur, sonra seçimleriyle kendi özünü oluşturur. Sabit bir insan doğası yoktur (“varoluş özden önce gelir”). Birey tamamen özgürdür ve özgürlüğüyle kendini tanımlar. Sartre, bilincin özünde “hiçlik” olduğunu söyleyerek, benliğin de sabit bir çekirdeği olmadığını, her an yeniden tanımlandığını savunur. Ancak insanlar sıkça özgürlükten kaçarak “kötü niyet” ile sahte kimlikler benimser. Otantik benlik ise bu yapay kimlikleri reddedip radikal özgürlüğü kabullenmekle ortaya çıkar.

Yukarıdaki tablodan da görülebileceği üzere, felsefi yaklaşımlar arasında ciddi çelişkiler olabildiği gibi zaman zaman birbirini tamamlama durumları da vardır. Örneğin, Aristoteles ile Aquinas’ın fikirleri farklı çağlarda olsa da ilk neden konusunda birleşir; Aquinas, Aristoteles’in metafiziğini Hristiyan inancıyla harmanlayarak tamamlar. Benzer şekilde Augustinus, Platon’un idealarını dine uyarlayarak bir sentez yapmıştır. Öte yandan Hume’un benlik ve nedensellik konusundaki şüpheciliği, Descartes ve Kant gibi düşünürlerle çelişir. Bertrand Russell gibi bazı filozoflar ise bu tartışmalardan uzak durup “evrenin var oluşu bir açıklama gerektirmeyen bir olgudur” diyerek brute fact görüşünü savunmuşlardır[11]. Felsefenin güçlü yönü, bu tür soruları sorgulayarak kavramsal netlik kazandırması ve düşünme ufkumuzu genişletmesidir. Zayıf yönü ise deneysel doğrulamaya sahip olmayışı ve birbiriyle uzlaşmaz pek çok sonuca varabilmiş olmasıdır. Yine de felsefe, “varlık neden vardır?” ve “benlik nedir?” gibi soruları formüle edip tartışarak, bilimsel ve dini yaklaşımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve bu alanlarla sürekli etkileşim halinde olmuştur.

2. Bilimsel Yaklaşımlar

Büyük Patlama’dan (Big Bang) günümüze evrenin zaman çizelgesi (NASA görselleştirmesi). Modern bilim, “Varlık neden vardır?” sorusunu tamamen cevaplayamasa da, ne şekilde ortaya çıktığına dair ayrıntılı açıklamalar getirmiştir. Kozmoloji alanında, evrenin başlangıcını açıklayan en yaygın teori Büyük Patlama teorisidir. Bu teoriye göre evren, yaklaşık 13.8 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir tekillik halinden genişlemeye başladı. Zaman ve mekânın bu olayla birlikte ortaya çıktığı kabul edilir; dolayısıyla “Big Bang’den önce ne vardı?” sorusu, genel görelilik çerçevesinde anlamsız hale gelebilir, çünkü zaman Big Bang ile başlamış sayılır[12]. Nitekim uzun süre fizikçiler, Big Bang’in zamanın da başlangıcı olduğunu düşündüler ve “öncesi” kavramını kullanmadılar. Ancak günümüzde bazı kuramlar, Big Bang’in bir başlangıç değil bir geçiş anı olabileceğini öne sürmektedir. Örneğin “kozmik çarpışma” (Big Bounce) veya sonsuz enflasyon (eternal inflation) senaryoları, Big Bang’den önce de bir evrensel durumun olabileceğini, dolayısıyla zamanın daha geriye doğru devam edebileceğini gösteriyor[13]. Bu tartışmalar sürse de, bilim insanları arasında ortak görüş, evrenin açıklamasının fizik yasaları dâhilinde aranması gerektiğidir.

Fizik ve kuantum teorileri, varlığın kökenine dair ilginç bir perspektif sunar. Kuantum fiziğinde vakum dediğimiz “boş” uzay aslında tamamen boş değildir; içinde sürekli olarak parçacık-antiparçacık ikilileri ortaya çıkıp yok olan kuantum dalgalanmalar gerçekleşir. Buna dayanan bazı fizikçiler, hiçlikten kendiliğinden bir şeylerin ortaya çıkmasının mümkün olduğunu savunurlar[14]. Örneğin ünlü fizikçiler Stephen Hawking ve Lawrence Krauss, kuantum tünelleme ve belirsizlik ilkesinin, ilk parçacığın veya hatta bir evren baloncuğunun kendiliğinden oluşmasını sağlayabileceğini öne sürmüşlerdir[15]. Bu yaklaşıma göre, fizik yasalarının kendisi “neden bir şey var?” sorusunun cevabıdır: kuantum durumlar, uzay-zaman ve enerji, hiçbir şey olmamasından daha kararlı olabilir. Nobel ödüllü Frank Wilczek’in veciz ifadesiyle “hiçlik kararsızdır” – yani fizik yasaları altında boşluk durumu duraylı değildir, mutlaka bir şeyler üretir[16]. Bu görüşte “varlığın zorunluluğu” kavramı, teolojik zeminden fizik zeminine taşınmıştır: Eğer hiçlik metastabil (geçici) ise, varlık doğal olarak ortaya çıkar. Böylelikle bilimsel kozmo-fiziksel yaklaşım, varoluşun sebebini kendi dışındaki bir varlığa değil, bizzat evrenin içkin yasalarına dayandırır.

Bilimin biyoloji ve evrimsel psikoloji kanadı ise özellikle benlik ve bilincin ortaya çıkışına odaklanır. Modern biyoloji, insan dahil tüm canlıların kökenini evrim teorisiyle açıklar. Bu teoriye göre kompleks yaşam formları, basit organizmaların çok uzun dönemler boyunca doğal seçilim ve mutasyonlar aracılığıyla farklılaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bilincin evrimi de bu çerçevede anlaşılır: Canlı organizmalar, çevreye uyum sağlama mücadelesinde, gittikçe daha karmaşık sinir sistemleri geliştirmiş ve belirli bir noktada öz farkındalık ortaya çıkmıştır. Evrimsel psikoloji, bilincin ve benlik duygusunun adaptif (uyumsal) faydalarını inceler. Örneğin, avcılardan kaçınma, sosyal gruplar içinde işbirliği yapma veya gelecek planları kurma gibi kompleks davranışlar, bir benlik modeli gerektirebilir; organizma kendi varlığını ve durumunu kavrayarak daha esnek davranışlar sergileyebilir. Bu nedenle, bilim insanları bilinç ve benliğin, örneğin primatlarda, deniz memelilerinde veya bazı kuşlarda da farklı derecelerde gözlenebildiğini ortaya koymuştur (ayna testi gibi deneylerle hayvanların kendilerini tanıyıp tanımadığı ölçülür). Sonuç olarak, biyolojik evrim perspektifi, benlik duygusunu insan beyninin gelişiminin bir ürünü olarak görür. Güçlü yönü, bu olguyu doğa yasaları içinde açıklamaya çalışmasıdır; zayıf yönü ise öznel deneyimin tam mekanizmasını yakalamanın zorluğudur.

Nörobilim, benlik algısının ve bilinçli deneyimlerin doğrudan sinirsel karşılıklarını araştıran disiplindir. Beynin yapısal ve işlevsel çözümlemesi, “kendilik” hissinin nasıl oluştuğuna dair ipuçları vermektedir. Beyinde öz farkındalık ve kendine referanslı düşünme ile ilişkilendirilen belirli bölgeler tespit edilmiştir: Örneğin prefrontal korteksin ön-medial kısımları, posterior singulat korteks ve insula gibi bölgeler, kişinin kendi hakkında düşündüğünde aktive olan varsayılan mod ağı (default mode network) içerisinde yer alır. Bu bulgular ilk etapta, beynin belirli bir “benlik merkezi” olabileceği izlenimini verse de vakalar bunun daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Örneğin, çok geniş beyin hasarlarına rağmen benlik bilincini koruyabilen hastalar gözlemlenmiştir. Bir vakada, beyin zarının (korteksin) büyük bölümünü yitirmiş bir hasta, hâlâ kendini tanıyabilmekte ve mizah yapabilmektedir; araştırmacılar bu durumun, benlik farkındalığının beyinde dağınık şekilde temsil edildiğini gösterdiğini belirtmiştir[17]. Yani beynin tek bir bölgesi değil, birçok bölgesinin etkileşimi benlik algısını yaratmaktadır. Bu görüş, Hume’un felsefi çıkarımıyla ilginç biçimde örtüşür: Beynimizde belirli bir “ben” modülü bulamasak da, çeşitli algı ve bellek sistemlerinin bütünleşmesi, süreklilik hissi veren bir benlik yaratır.

Bilincin nörobiyolojik temelleri hakkında da çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Örneğin Global Neuronal Workspace (Küresel Nöral Çalışma Alanı) teorisi, bilinçli farkındalığın, beynin farklı bölgelerindeki bilgilerin senkronize bir şekilde geniş ölçekli paylaşımından doğduğunu öne sürer. Entegre Bilgi Teorisi (IIT) ise bilinci, bir sistemin entegre bilgi miktarıyla özdeşleştirir ve yeterince karmaşık herhangi bir sistemin (beyin gibi) bilinç deneyimine sahip olabileceğini iddia eder. Bu teoriler halen tartışmalıdır; ancak üzerinde uzlaşılan nokta, zihinsel süreçlerin tamamen beyne dayandığı gerçeğidir[18]. Nörobilimde bugüne dek yapılan çalışmalar, duygu, düşünce, hafıza, algı gibi tüm zihinsel faaliyetlerin beyindeki fizyolojik işlemlerle bağlantılı olduğunu defalarca göstermiştir. Beyindeki kimyasal veya elektriksel değişiklikler, bilinç durumumuzu, benlik algımızı, hatta kararlarımızı etkileyebilmektedir. Örneğin beyin stimülasyonu ile kişilerde beden dışına çıkma hissi veya benlik bölünmesi gibi deneyimler yapay olarak tetiklenebilir. Bu tip bulgular, benlik dediğimiz olgunun metafizik bir ruhdan ziyade, beynin ürettiği bir model olduğunu düşündürür. Nitekim nörologlar, “kendilik” hissinin gelişimsel olarak çocuklukta ortaya çıktığını, beyin olgunlaşmasının bir sonucu olduğunu belirtirler.

Bilimsel yaklaşımın güçlü yönü, varoluşun mekanizmalarını ve süreçlerini nesnel, test edilebilir şekilde açıklayabilmesidir. Kozmoloji bize evrenin yaşını, gelişim aşamalarını; biyoloji insanın atasal hikâyesini; nörobilim zihnimizin işleyiş kodlarını sunar. Ancak bilimin bir sınırı vardır: “Neden varız?” sorusunun anlamsal veya amaçsal yönüne, araçları gereği cevap veremez. Örneğin evrenin ısı ölümüyle sonlanacağını söyleyebilir ama bunun ne anlama geldiği veya insan yaşamının amacı konusunda bir görüşü olamaz. Bu noktada bilim ile felsefe/din arasında bazen bir tamamlama ilişkisi, bazen de çelişki ortaya çıkar. Tamamlama örneği olarak, birçok düşünür “Bilim nasıl olduğunu, din neden olduğunu açıklar” diyerek iki alanı ayrı tutar. Çelişki örneği olarak ise, evrenin ve yaşamın kökenine dair bilimsel açıklamalar (Big Bang, evrim) bazı dini yorumlarla çatışır. Özellikle yaratılışçılık inancı, evrim teorisiyle uzun yıllar ihtilaf yaşamıştır. Bununla birlikte, kimi teologlar bilimsel bulguları Tanrı’nın yaratma yöntemleri olarak yorumlayıp uzlaştırmacı görüşler geliştirmiştir (örneğin Teistik evrim görüşü, Tanrı’nın evrimi yönlendirdiğini savunur). Neticede, bilimsel yaklaşım varlık ve benliği büyük oranda açıklığa kavuştururken, anlam boyutunda doğan boşluğu felsefe ve din söylemleri doldurmaya çalışmaktadır. Bilimin zayıf yönü, doğası gereği değer ve amaç sorularını yanıtsız bırakmasıdır – bu sorulara yanıt arayan insan zihni, tekrar felsefi ve manevi düşünceye yönelmektedir.

3. Dini ve Spiritüel Yaklaşımlar

Michelangelo’nun Sistina tavanındaki “Adem’in Yaratılışı” freskinde Tanrı (sağda) ve Adem (solda) tasviri. Teistik dinler (İbrahimî dinler: İslam, Hristiyanlık, Yahudilik), “Neden bir şey var?” sorusuna en eski ve köklü cevapları veren inanç sistemleridir. Bu dinlere göre evren ve içindeki tüm varlıklar, aşkın bir Tanrı tarafından yoktan yaratılmıştır[3]. Örneğin Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) bölümünde Tanrı “Başlangıçta göğü ve yeri yarattı” denir ve altı günde tüm evreni yarattığı anlatılır; Kur’an’da “O, bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir” (Yasin 82) buyrulur; İncil’de Yuhanna İncili “Başlangıçta Söz vardı... Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı” diyerek İlâhî Kelam ile yaratılışı açıklar. Bu ortak inanç temelinde, varlığın nedeni Tanrı’nın iradesi ve sevgisidir. Hristiyan teolojisinde Tanrı evreni kendi iyiliğini ve sevgisini paylaşmak için yaratmıştır şeklinde bir yorum bulunur; İslam’da “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat 51:56) ayeti, varoluş amacını Allah’a kulluk olarak belirtir. Yahudilikte de insanın varlığı, Tanrı’nın hikmeti gereği ve O’na itaat ilişkisi içinde anlam kazanır (örn. Yahudi inancında insanlar Tanrı’nın seçilmiş halkıdır, varlıkları O’nunla akdettikleri ahde dayanır). Bu dinlerde hiçlik, Tanrı’nın olmadığı bir durumu ifade eder ki teolojik açıdan imkânsızdır, çünkü Tanrı ezelî ve ebedîdir; O varken “mutlak yokluk” olamaz. Kısacası, “Neden hiçlik değil de bir şey var?” sorusuna teistik yanıt: “Çünkü Tanrı, yaratmayı diledi” şeklindedir. Varlık, Tanrı’nın yaratıcı kudretinin tezahürüdür ve bu kudret sayesinde her an var olmaya devam etmektedir (klasik deyişle, Tanrı evreni sadece yaratmakla kalmamış, aynı zamanda sürekli varlıkta tutmaktadır).

Teistik dinlerde benlik (insanın özü) ruhani bir boyuta sahiptir. İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik ortak bir biçimde insana ruh üflenmesi veya Tanrı’nın suretinde yaratılma fikrini barındırır. Tevrat’a göre Tanrı, Adem’i topraktan şekillendirip içine hayat nefesini üfler; Kur’an’da Allah, Adem’e “ruhundan üflediğini” söyler (Hicr 29)[19]. Bu nedenle her insanın benliği, ilahi kaynağıyla ilişkili, maddi bedenden üstün bir yön taşır. Hristiyanlıkta ruhun ölümsüzlüğü ve bedenden ayrılabilirliği net bir doktrindir; ölümle beden çözülse de ruh varlığını sürdürür ve ahirette yargılanır. İslam’da da ruhun bedenden ayrı bir varlığı olduğu ve ölüm sonrasında berzah âleminde var olmaya devam ettiği, kıyamette ise bedenle birleşeceği inancı hakimdir. Bu dinlerde benlik, genellikle irade sahibi, ahlaki sorumluluğu olan bir kişi demektir. İnsan benliği özgür irade ile iyiyi veya kötüyü seçebilir, bu yüzden dünya hayatı bir imtihan kabul edilir. İslam’a göre insan fıtraten (doğuştan) Allah’ı tanıma ve O’na kulluk etme eğilimiyle yaratılmıştır; günahlar ve dünyevî arzular bu saf fıtratı örter. Hristiyanlıkta insan benliği, “Tanrı’nın benzerliği” olarak yaratılmışsa da asil günah nedeniyle lekelenmiş, ancak Mesih’in kurtarıcılığı ile arınma imkânı bulmuştur. Her halükârda, teistik anlayışta benliğimizin nihai amacı Tanrı ile yakın ilişki (cennet, Tanrı’nın rızası, ilahi sevgi) kazanmaktır. Bu yaklaşımın güçlü yönü, varoluş ve benliğe amaç ve anlam atfetmesidir: İnsan neden vardır? Çünkü Yaratıcı’sının bir planı ve sevgisi vardır. Zayıf yönü ise, bu iddiaların inanç temelli olup gözlemsel olarak doğrulanamaz oluşudur; farklı dinler farklı inançlar öne sürdüğünden, bu soruların cevabı dinler arasında değişir ve evrensel bir uzlaşıya varmak zordur.

Doğu dinleri ve spiritüel gelenekler, varlık ve benlik meselelerine teistik dinlerden oldukça farklı perspektifler getirir. Hinduizm, evreni tek bir ilahi gerçekliğin dansı olarak görür. Hindu inancında Brahman, her şeyin temelindeki mutlak ve sonsuz gerçektir. Bu görüşe göre evrendeki tüm görünen varlıklar Brahman’ın Māyā (illüzyon perdesi) aracılığıyla beliren formlarıdır[20]. Yani gündelik anlamda gördüğümüz dünya aslında nihai anlamda gerçek değildir; Brahman’ın tekliğini örten bir görüntüler alemi söz konusudur. “Neden varız?” sorusuna Hinduizm’in cevabı, Batı’daki gibi tek seferlik bir yaratılıştan ziyade, ezelî-ebedî bir kozmik döngü vurgular. Evren sürekli yaratılır, yok olur, yine yaratılır (Brahma’nın yaratma, Vishnu’nun sürdürme, Shiva’nın yok etme döngüsü). Bu döngüselliğin ardında Brahman’ın kendini birçok formda ifade etme oyunu (Lila) vardır denir. Dolayısıyla mutlak anlamda yokluk diye bir şey yoktur; her yok oluş, yeni bir yaratılışa gebedir ve bu süreç sonsuzdur. Hindu kozmolojisi, varlığın zorunlu olduğunu değil, sınırsızca mümkün olduğunu vurgular: Brahman tüm mümkün varlıkları içinde barındırır (varlık bir taşkınlık halidir). Benlik (Atman) konusuna gelince, Hindu felsefesinde temel önerme “Atman = Brahman” şeklinde özetlenir. Özellikle Advaita Vedanta okulunda, bireysel ruh (Atman) ile evrensel ruh (Brahman) özdeştir; ayrı görünmeleri cehalet (avidya) yüzündendir. Bu nedenle birey kendi ilahi özünden habersiz yaşar. Maya etkisiyle kendimizi beden-zihin kompleksi sanırız, oysa özümüzde evrensel bilincin bir parçasıyız. Reenkarnasyon öğretisi, benliğin bedenden bedene geçerek birçok hayat deneyimlediğini söyler; karma yasası da her yaşamda yaptıklarımızın sonraki yaşamlarımızı etkilediğini belirtir. Son hedef ise Mokshaya, yani bu döngüden kurtuluşa ermektir: Atman’ın Brahman olduğunu idrak edip illüzyon perdesini kaldırmak[21]. Böylece Hinduizm’de benlik, son tahlilde tek ve evrensel bir ruhun parçası olarak yüceltilirken, gündelik ego düzeyinde bir yanılsama olarak değersizleşir. Bu yaklaşımın güçlü yanı, varlık ve benliği büyük bir birlik içinde anlamlandırarak teselli edici bir metafizik sunmasıdır. Zayıf yanı ise, çoklu tanrılıktan tek Tanrı’ya, düalist inançlardan monist felsefelere dek çeşitli yorumlara açık olup tutarlılık sorunları barındırabilmesidir (Hinduizm bir tekil doktrin değil, bir inançlar yelpazesidir).

Budizm, belki de “benlik neden vardır?” sorusuna en aykırı cevabı veren öğretilerden biridir: “Aslında benlik yoktur.” Budizm, Hinduizm’in tarihi bir devamı olmakla birlikte, onun pek çok metafizik iddiasına tepki olarak doğmuştur. Bizzat Buddha, yaratıcı bir Tanrı fikrini ve değişmez bir ruh (Atman) inancını spekülatif bularak reddetmiştir. Budist kozmolojide evrenin başlangıcı veya sonu yoktur; zaman daireseldir, sayısız Büyük Dünya Dönemleri gelir geçer. Her şey, bağımlı ortaya çıkış (pratītya-samutpāda) yasasına tabidir: Yani tüm varlıklar, başka koşulların bir araya gelmesiyle geçici olarak var olurlar, koşullar dağıldığında yok olurlar. Bu nedenle “Neden bir şey var?” sorusuna Budizm, “çünkü önceki şartlar mevcut olduğu için” şeklinde sebep-sonuç ilişkisine dayalı bir cevap verir. Ancak bu zincirin ilk halkası yoktur; döngüsel bir bakış vardır. Budist düşünürler, “hiçlik” kavramını da shunyata (boşluk) doktrini ile ifade ederler. Şunyata, hiçbir özün kendinde var olmadığı anlamına gelir. Örneğin bir sandalye vardır, ama sandalye kendi başına, parçalarından bağımsız var olmaz; formu, maddesi, amacı bir araya geldiği için “sandalye” deriz. Tüm varlıklar bu şekilde, başka şeylere bağlı olarak vardır ve bu ilişkiler ağı çözülürse adlarını verdiğimiz şeyler de artık var olmaz. Bu yüzden Budizm’de “boşluk”, var olan her şeyin ortak niteliğidir. “Neden mutlak boşluk değil de bir şeyler var?” sorusu da budist bakışta yanlış bir ikilem olabilir; çünkü boşluk hiçbir şeyin olmaması değil, her şeyin koşullu olması anlamındadır[22][23]. Kozmolojik olarak bazı Budist gelenekler, evrenlerin de boşluk denizinden gelip gittiğini, ancak asla mutlak bir hiçlik durumunun olmadığını ifade etmişlerdir[24]. Benlik (Atta) konusundaki Budist yaklaşım, Anatta (benliksizlik) doktrinidir. Buddha, insanı oluşturan beş öğeden (beş skandha: form, duyum, algı, zihinsel oluşumlar, bilinç) bahseder ve bu öğelerin hiçbirinde ayrı bir “ben” bulunmadığını öğretir. Yani bedenimiz, duygularımız, düşüncelerimiz sürekli değişirken bunların ötesinde değişmez bir ruh varsaymak yanlıştır. İnsanın benlik duygusu, bu sürekli değişen akışı yanlışlıkla sabit ve merkezi bir öz sanmasından ibarettir. Bu yanılgı (benlik inancı) yüzünden arzular, bencillikler doğar ve sonuçta ıstırap (dukkha) ortaya çıkar. Nirvana’ya ulaşmak ise, tüm bu oluşumların boş ve geçici olduğunu içtenlikle görerek, benlik yanılsamasını ve tutunmaları terk etmektir. Bir kez kişi “ben” diye bir şey olmadığını idrak ederse, arzular söner, karmanın dönüş çarkı kırılır ve yeniden doğum süreci durur. Budizm, bu yaklaşımla varlık ve benlik sorularına netameli ama özgün cevaplar verir: Varlık daimi değildir, ortada varlığı sürdürüp denetleyen bir Tanrı veya öz yoktur; her şey bir arada ve geçici olduğundan, boşluk nihai hakikattir[25]. Bu bakışın güçlü yönü, deneyim temelli olması ve insan psikolojisini derin çözümlemesidir. Zayıf yönü ise, çoğu insan zihnine sezgisel olarak zor gelmesi ve metafizik bir boşluk kavramının kendisinin anlaşılmasının güç olmasıdır.

Taoizm, Doğu’nun bir diğer önemli spiritüel anlayışı olarak, evrene dair teistik olmayan bir açıklama sunar. MÖ 6. yy’da Çin’de ortaya çıkan Taoizm’in ana metni Tao Te Ching, “Tao” adını verdiği nihai gerçekliği anlatır. Tao, kelime anlamı “Yol” demektir, ancak burada her şeyin yolunu, doğanın işlemesini temsil eden kozmik prensibi ifade eder. Taoizm’e göre evrendeki düzen ve varoluş, herhangi bir yaratıcının planı olmaksızın, kendiliğinden ve doğal biçimde Tao’dan çıkar. Tao Te Ching’in başlangıcında, “Adlandırılabilen Tao mutlak Tao değildir” denilerek, Tao’nun insan dilinin ve kavrayışının ötesinde olduğu vurgulanır. Yaratılış miti olarak Taoizm, kozmik ikiliklerin (Yin ve Yang) Tao’dan doğduğunu söyler: “Tao bir’i doğurdu (kaos hâli), bir iki’yi doğurdu (Yin-Yang ikilisi), iki üç’ü, üç de on bin varlığı doğurdu” şeklinde sembolik bir ifade meşhurdur. Burada kastedilen, evrendeki zıt kutupların (dişil-eril, karanlık-aydınlık vb.) etkileşimiyle tüm değişimlerin ortaya çıktığıdır. Hiçlik, Taoizm’de “Wu” kavramı ile düşünülebilir: Wu (yokluk/boşluk), Tao’nun bir yüzüdür; varlıklar onun içinden doğar. Tao Te Ching, “Evren bir körüğe benzer: Boştur (Wu), ama hiç tükenmez, hareket ettikçe daha çok verir” diyerek, boşluğun aslında potansiyel doluluk taşıdığını anlatır. Yani hiçlik ve varlık birbirini gerektirir: Boş bir kap (hiçlik), işlevseldir çünkü içine bir şey konulabilir (varlık); duvarlarında boş (pencereler, kapılar) olmayan bir oda kullanışsızdır. Bu gibi metaforlarla Taoizm, yokluk ve varlığı birlikte düşünür. Benlik konusunda ise Taoizm, belirgin bir ruh veya bireysel ego vurgusu yapmaz. Aksine kişiye wu-wei (eylemsiz eylem) ve alçakgönüllülük tavsiye ederek, kendisini doğanın akışına bırakmasını, zorlama yapmamasını öğütler. Bir Tao ustası, kendi öznel arzularını ve bireysel hırslarını bastırmış, Tao ile uyumlu yaşayan kimsedir. Taoizm’de ölüm doğal bir süreçtir, ruhun ölümsüzlüğü konusunda kesin bir doktrin yoktur (daha sonraki dini Taoizm’de beden-ruh ölümsüzlüğü arayışı belirse de, felsefi Taoizm bunlardan uzaktır). Sonuç olarak, Taoist yaklaşıma göre varlık, Tao’nun spontane düzenidir; benlik ise bu düzenin bir parçası olan ve onunla uyumlu hale gelmesi gereken bir fenomendir. Bu görüşün güçlü yönü, doğaya saygılı ve esnek bir yaşam felsefesi sunmasıdır. Zayıf yönü ise, çok soyut kalabilmesi ve metafizik bir belirsizliğe açık olmasıdır (Tao hiçbir zaman tam tanımlanamaz denir).

Mistisizm ise hem teistik dinlerin içinde hem de bağımsız felsefi geleneklerde ortaya çıkan, varlık ve benliği doğrudan deneyim yoluyla anlama çabasıdır. İster bir dinin mistik mezhebi olsun (İslam’da Tasavvuf, Hristiyanlık’ta tasavvufi azizler, Yahudilik’te Kabala vb.), ister bağımsız bir öğreti olsun (örneğin Yeni Platonculuk, Advaita Vedanta, Zen), mistisizmin ortak paydası, bireysel benlik ile mutlak gerçeklik arasındaki sınırların deneyimde erimesidir. Mistisizmde sıkça dile getirilen bir tema, Varlığın birliği ve benliğin illüzyon veya ikincil oluşudur. Örneğin İslam tasavvufunda İbn Arabî gibi mutasavvıflar Vahdetü’l-vücud (Varlığın Birliği) öğretisini sistemleştirmiştir. Bu öğretiye göre gerçek var olan yalnız Allah’tır; Allah’tan ayrı görünen her şey, O’nun isim ve sıfatlarının tezahürü ya da gölgesidir[26][27]. İbn Arabî, “Allah dışında vücud yoktur; mahlukat, varlığı ödünç almıştır” demiştir: Yaratılmışlar, tıpkı güneşten ışığını alan ay gibi, varlıklarını her an Allah’tan alırlar[28]. Bu görüşte benlik de bağımsız bir gerçek değildir; insanın “ene”si (benliği) hakikatte Hakk’ın (Allah’ın) bir tecellisidir. Sûfî pratiğinde derviş, Fenafillah mertebesine ulaşmaya, yani kendi benliğini Allah’ta yok etmeye çalışır ki geriye sadece ilahi varlık kalsın. Bu deneyim, mistiklerin anlattığı vecd hâllerinde “Ben Hakk’ım” (Hallac-ı Mansur) gibi ifadelerle dile getirilmiştir. Bu tür sözler, dışarıdan bakınca panteist veya küstahça gelse de mistik için ayrı bir benlik kalmadığının, varlığının Tanrı’da eridiğinin ifadesidir. Benzer biçimde, Hindu mistisizmi (Advaita Vedanta) bireye “Tat tvam asi” (“O sensin” – yani Brahman sensin) gibi öğretilerle, kendisinin evrensel ruh ile özdeşliğini telkin eder. Meditasyon ve spritüel tefekkür yoluyla kişi, “Aham Brahmasmi” (“Ben Brahman’ım”) deneyimine ulaşabilir. Budist Zen geleneğinde de yoğun meditasyon pratikleri sonucunda kişi “satori” denilen aydınlanma yaşar; bu deneyimde öznel ben ile nesnel dünya ayrımı ortadan kalkar, birlik duygusu yaşanır. Tüm bu mistik deneyimler, dilin ötesinde, anlatılması güç (ineffable) olarak nitelense de, özü itibarıyla mistikler bireycilik duygusunu aşıp evrenle veya Tanrı’yla bütünleşmekten bahsederler. Mistisizmin güçlü yönü, bu konuları doğrudan yaşantı yoluyla kavramaya çalışması, kişinin tüm varoluşunu işe koşmasıdır – bu nedenle mistik kişi genelde kendi hayatında sarsıcı dönüşümler yaşar, daha barışçıl, sevgi dolu bir tutum geliştirir. Zayıf yönü ise, sübjektif ve iletişimi zor olmasıdır: Mistik deneyim yaşayanın iddiaları, dışarıdan doğrulanamaz; hatta çoğu zaman ortodoks dini otoritelerce şüpheyle karşılanır. Nitekim mistiklerin bazıları (Hallac örneğinde olduğu gibi) heterodoksi ile suçlanmıştır. Yine de mistisizm, farklı din ve kültürleri deneyim düzeyinde birleştiren bir köprü gibidir. Biri Hindu diğeri Hristiyan iki mistik, kelimeleri farklı olsa da benzer bir hakikat tecrübesinden bahsediyor olabilir. Bu açıdan mistisizm, varlık ve benlik sorularında çatışan görüşleri aşma potansiyeli taşır: Hepsinin ötesinde bir birlik noktası olduğunu öne sürer.

Aşağıdaki tabloda, başlıca dini/spiritüel geleneklerin varlık ve benlik anlayışları karşılaştırmalı olarak sunulmuştur:

Gelenek

Varlık (Yaratılış) Anlayışı

Benlik (Ruh) Anlayışı

İbrahimî Dinler (İslam, Hristiyanlık, Yahudilik)

Evren, tek ve aşkın bir Tanrı tarafından yoktan yaratılmıştır[3]. Tanrı mutlak varlıktır; O olmadan hiçbir şey var olamaz. Yaratılış amacı, Tanrı’nın kudret ve hikmetini yansıtmaktır. Dünya, Tanrı’nın planının bir parçasıdır ve O’nun iradesiyle işlemektedir. Hiçlik, Tanrı’nın yokluğu anlamına geldiğinden, bu dinlerde gerçek bir seçenek değildir (Tanrı ezelîdir, yokluk olmamıştır).

İnsan, Tanrı tarafından ruh sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır (Kutsal kitaplarda “Tanrı’nın suretinde” veya “Allah’ın ruhundan üflenmiş” olarak tarif edilir)[19]. Bu ruh ölümsüzdür ve beden öldükten sonra da yaşamaya devam eder. İyilik veya kötülük yapmaktan sorumlu olan benlik, ahirette hesap verir. Nihai kurtuluş, Tanrı ile ebedi yakınlık (cennet) veya O’ndan uzak kalmak (cehennem) şeklinde tecelli eder. Benliğin değeri, Tanrı ile ilişkisinden gelir; asıl kimlik, ilahi plana göre yaşamaktır.

Hinduizm

Evren başlangıçsız ve döngüseldir; Brahman adı verilen mutlak gerçeklik, periyodik döngülerle evreni tezahür ettirir ve tekrar içine alır. Yaratılış, Brahman’ın Māyā (kozmik illüzyon) gücüyle çokluk olarak görünmesidir. Bu nedenle gördüğümüz dünya Brahman’ın oyunudur – özünde tektir, ama geçici olarak çok gibi görünür. Yokluk, Brahman’ın olmadığı bir durum demektir ki Brahman her şeyin özü olduğundan, mutlak hiçlik aslında mevcut değildir.

Bireysel öz (Atman), gerçekte evrensel öz (Brahman) ile aynıdır. Cehalet nedeniyle Atman kendini Brahman’dan ayrı sanır. İnsanın benliği, beden-zihin karması düzeyinde değişkendir ve yeniden doğumdan yeniden doğuma dolaşır (Samsara). Karma yasası, eylemlerin bu döngüyü belirlediğini söyler. Amaç, Moksha (kurtuluş) ile Atman’ın Brahman’la birliğini idrak etmek ve reenkarnasyon döngüsünden çıkmaktır[21]. Yani benlik, nihai düzeyde ilahi ve evrenseldir; bireysel ego ise bir perdedir, hakikati tam yansıtmaz.

Budizm

Evrenin veya varoluşun başlangıcı yoktur, her şey koşullu ortaya çıkar. Tüm varlıklar, bağımlı ortaya çıkış yasasına tabidir: Belli şartlar bir araya gelince oluşurlar, şartlar dağıldığında yok olurlar. Bir Yaratıcı Tanrı fikri reddedilir. Kozmosta sayısız evren gelip gider; süreklilik bir ırmak gibidir. Şunyata (boşluk) kavramı, bütün varlıkların özünde boş olduğunu, kalıcı bir cevher barındırmadığını ifade eder[22]. “Neden bir şey var?” sorusu bu bakışta yanlıştır; çünkü varlık ve yokluk bir döngünün iki yüzüdür – mutlak yokluk diye ayrı bir durum düşünmek anlamsızdır.

Benlik yoktur (Anatta): İnsanı oluşturan unsurlar (beden, hisler, algılar, niyetler, bilinç) sürekli değişir ve bunların ötesinde değişmez bir ruh bulunmaz. Bireyin “ben” hissi, bu akışı sahiplenmesinden doğan bir illüzyondur. Bu illüzyon nedeniyle arzular ve bağımlılıklar gelişir, bunlar da ıstıraba yol açar. Nirvana, benlik yanılgısından tamamen uyanmak demektir. İnsan, aydınlanmayla birlikte kendini ayrı bir benlik olarak görmeyi bırakır; böylece arzu ve cehalet biter, yeniden doğum durur. Özetle benlik, budizmde bir süreçtir, sabit bir öz değildir.

Taoizm

Evren ve doğa, Tao adı verilen evrensel yol/prensip uyarınca kendiliğinden var olur. Bir başlangıç veya son yoktur; Tao, varlığın ve yokluğun birlikte doğduğu kaynaktır. Yaratılış anlatılarında Tao, Yin ve Yang’ı (karşıt güçler) doğurur, onların etkileşiminden evrendeki çeşitlilik oluşur. Ancak Tao, bilinçli bir Tanrı değil, işleyişin kendisidir. Bu yüzden Taoizm’de varlık, ne tesadüfî ne de amaçlıdır – doğal bir akıştır. Wu (hiçlik) ve You (varlık) kavramları görecelidir: Tao’da mutlak hiçlik yoktur, her yok bir varı, her var bir yoku gerektirir.

Taoizm, bireysel benliği ön plana çıkarmaz; aksine kişinin ego’sunu azaltarak Tao ile uyumlu olmasını öğütler. Wu-wei (eylemsizlik) ilkesi, benliğin hırs ve zorlama olmadan doğayla bir akışta olmasını anlatır. Ruhun ölmezliği konusunda net bir doktrin yoktur, ancak bedensel ölümsüzlük peşinde koşan simyacı gelenekler görülür. Genelde benlik, Tao’nun bir parçası olan, diğer varlıklardan ayrıksı olmayan bir süreçtir. Kişi doğaya uyum sağladığında benliği erir, Tao’nun parçası haline gelir. Böylece benlik önemini yitirir ve kişi kendini bütünün bir parçası olarak görür.

Mistisizm (Tasavvuf, Advaita, Zen, vb.)

Varlık, tek bir mutlak gerçekliğin tezahürüdür; görünen çokluk, bu birliğin kendini ifadesidir. Sufilerce “Vahdet-i vücud” ile Allah’tan başka gerçek varlık olmadığı, evrenin O’nun gölgesi olduğu savunulur[26]. Hindu mistisizminde Brahman tek gerçek, dünya bir illüzyondur; çokluk, Brahman’ın Lilasıdır (kozmik oyunu). Mistisizmde yaratılış, Mutlak’ın kendini tanıma/ifade etme süreci olarak yorumlanır. Yaratıcı ile yaratılan ayrımı erir; bazı mistikler “Her şey O’dur” diyerek panteist bir söylem kullanır.

Mistisizmde benlik anlayışı, bireysel ego’nun aşılması üzerine kuruludur. Hemen tüm mistik tradisyonlar, kişinin ayrı bir benlik hissini terk edip mutlak ile birleşmesini amaçlar. Sufizm’de salik, seyr ü sülûk ile fenafillaha erişir (benliğin Allah’ta erimesi). Advaita’da Aham Brahmasmi deneyimiyle birey, evrensel ruh olduğunu idrak eder. Zen’de satori anında özne-nesne ikiliği kaybolur, “bir”lik yaşanır. Mistik deneyimde kişi, sınırlı benliğinin bir illüzyon olduğunu yaşar; geriye kozmik bilinç veya ilahi aşk kalır. Bu nedenle mistikler, diller farklı olsa da benzer biçimde “Benlik yok, hep O var” şeklinde konuşurlar. Bireysel ruhun Tanrı’dan ayrı olmadığı vurgusu ortaktır. Bu yaklaşım, dinlerin dogmatik ayrımlarını aşarak özde birleşebileceğini gösterir; ancak deneyime dayalı ve öznel olduğu için dışarıdan anlaşılması zordur.

Yukarıdaki karşılaştırma, dini ve spiritüel yaklaşımlar arasındaki hem ortak temaları hem de ayrımları ortaya koymaktadır. İbrahimî dinler ile Doğu dinleri arasında, özellikle yaratılış ve Tanrı kavramları konusunda ciddi çelişkiler vardır: Biri tek Tanrı’yı yaratıcı kabul ederken, diğeri Tanrı fikrini gerek duymaz; biri ruhu ebedi öz sayarken, diğeri benliği bir illüzyon addeder. Ancak derine inildiğinde bazı kavramsal kesişmeler de görülür. Örneğin Hristiyanlıkta [[“Tanrı’da bir olmak”]] hedefi, Hint mistisizmindeki Brahman ile birlik hedefiyle kıyaslanabilir. Yahudi Kabala’sındaki Ein Sof (sonsuzluk) kavramı, bir tür mutlak zemin fikrine benzer. İslam tasavvufundaki “Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanma” ilkesi, benliği ilahi erdemlerle özdeşleştirme amacı güder. Bu nedenle kimi düşünürler tüm dinlerin mistik özünün aynı olduğu tezini savunmuştur. Öte yandan, dinlerin zayıf yönü, iddialarının inanç temelli olup birbirleriyle uzlaştırılamaz oluşudur: Birine göre tek hayat yaşarız, diğerine göre döngüsel hayatlar; birine göre Tanrı kişisel bir varlıktır, diğerine göre mutlak bir bilinç veya ilkesel boşluk. Bu farklılıklar, tarih boyunca dinlerarası çatışmalara da yol açmıştır. Yine de günümüzde birçok kişi, farklı dini geleneklerin perspektiflerini tamamlayıcı görmeye yönelmektedir. Örneğin bazı ruhani akımlar, bilimsel bulguları kendi inançlarıyla birleştirerek (kuantum mistisizmi gibi) varlık ve bilinç için sentez açıklamalar sunmaya çalışır.

Sonuç itibariyle, “Varlık neden vardır ve benlik neden vardır?” soruları, hem aklımızın sınırlarını zorlayan derin problemler hem de insanın anlam arayışının kalbinde yatan meselelerdir. Felsefe bu soruları kavramsal olarak çerçeveleyip tartışmış, bilim muazzam detaylarda “nasıl” gerçekleştiğini aydınlatmış, din ve spiritüel gelenekler ise onlara kozmosta ve insan ruhunda bir yer vermeye çalışarak anlam katmıştır. Bu farklı yaklaşımlar sık sık birbirleriyle çatışmış görünse de, aslında her biri varlığın ve benliğin başka bir vechini ele alır. Kimi zaman biri diğerinin eksiğini tamamlar: Örneğin bilimsel açıklama mekanizmayı verirken, dini yorum amaç hissi sağlar; felsefe tutarlı düşünce zemini sunarken, mistisizm doğrudan tecrübe imkânı verir. Bazen de biri diğerinin sınırını çizer: Bilim, dogmatik iddiaları test edebilir; felsefe, bilimin yanıt veremediği soruları hatırlatır; din, kuru bir bilgiye manevi bir boyut katar; mistisizm, katı inançlara esneklik getirebilir. Güçlü yönleri, birlikte ele alındığında insanı hem maddi hem manevi yönüyle tatmin edebilecek zengin bir anlayış sunmalarıdır. Zayıf yönleri ise, tek başlarına mutlak bir cevap verememeleri ve bazen biri diğerinin cevabını tamamen yanlışlamasıdır. Fakat belki de bu soruların büyüklüğü, tek bir cevabın olmamasını doğal kılıyor. Varlık ve benlik öyle engin kavramlardır ki, birçok disiplinin ve bakış açısının katkısıyla dahi tam tükenmeyeceklerdir. Nitekim insanlık, binlerce yıldır bu sorular etrafında düşünmeye, araştırmaya, inanmaya ve deneyimlemeye devam etmektedir – muhtemelen gelecekte de cevap arayışı, yeni ufuklar ve derinleşen bir anlayışla sürecektir.[29][30]


[1] [2] [3] [5] [7] [11] [14] [15] [16] [29] Why is there anything at all? - Wikipedia

https://en.wikipedia.org/wiki/Why_is_there_anything_at_all%3F

[4] [10] Exploring Philosophical Perspectives on the Self: A - CliffsNotes

https://www.cliffsnotes.com/study-notes/27364285

[6] Hume Texts Online

https://davidhume.org/texts/t/1/4/6

[8] [9] [30]  Nothingness (Stanford Encyclopedia of Philosophy/Spring 2023 Edition)

https://plato.stanford.edu/archives/spr2023/entries/nothingness/

[12] [13] Cosmologists think we can know what came before the Big Bang | BBC Sky at Night Magazine

https://www.skyatnightmagazine.com/space-science/we-can-know-what-came-before-big-bang

[17] Self-Awareness with a Simple Brain | Scientific American

https://www.scientificamerican.com/article/self-awareness-with-a-simple-brain/

[18] What Actually Is Consciousness, and How Did It Evolve? | Psychology Today

https://www.psychologytoday.com/us/blog/finding-purpose/202009/what-actually-is-consciousness-and-how-did-it-evolve

[19] [20] [21] The concepts of Brahman, Atma, Maya, Karma, and Moksha

https://www.bvashram.org/the-concepts-of-brahman-atma-maya-karma-and-moksha/

[22] [23] [24] [25] Shunyata: Creation without God | Engage!

https://engagedharma.net/2016/12/30/shunyata-creation-without-god/

[26] [27] [28] Sufi metaphysics - Wikipedia

https://en.wikipedia.org/wiki/Sufi_metaphysics

Yorumlar (0)

Yorum Yap

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!