Okuma Araçları

1200px
16px
100%

Carl Gustav Jung'un Arketip Kuramı Eşliğinde Gılgamış Destanı Analizi

🎵 Sesli Makale (YouTube)

Carl Gustav Jung'un Arketip Kuramı Eşliğinde Gılgamış Destanı Analizi

Jung’un Arketip Teorisine Genel Bakış

Carl Gustav Jung, Freud’un öğrencisi olarak başlayıp sonrasında analitik psikoloji ekolünü kuran İsviçreli bir psikiyatristtir. Jung, insan psişesini (ruhsal yapıyı) bilinç (ego)kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı biçiminde üç katmana ayırır[1]Kolektif bilinçdışı, bireyin kişisel deneyimlerinden bağımsız olarak tüm insanlığın ortak mirası olan, atalarımızdan miras kalan bilinçdışı içerikleri barındırır. Bu kolektif bilinçdışının en önemli öğeleri ise arketiplerdir.

Arketip kavramı, Jung’a göre “ırk veya cinsiyete bağlı olmadan kolektif bilinçdışında doğuştan yer alan, içgüdüsel olarak –özellikle rüyalarda– açığa çıkan evrensel düşünce ve davranış kalıpları” demektir[1]. Yani arketipler, insanlığın tekrar tekrar yaşadığı deneyimlerin zihinlerimizde bıraktığı izlerdir; bunlar ilkel imgeler ve semboller olarak mitlerde, masallarda, rüyalarda kendini gösterir[1]. Arketipler öğrenilerek kazanılmaz, deneyimle sonradan oluşturulmaz; tersine, doğuştan getirdiğimiz zihinsel kodlardır[1]. Jung’un belirttiği üzere, bu arketipsel imgeler “insanın değişmeyen doğasından kaynaklandığı için, farklı zamanlardaki metinleri kolaylıkla buluşturma imkânı sağlarlar”[2] – yani binlerce yıl önceki bir destan ile modern bir roman benzer arketipleri barındırabilir. Nitekim Jung, tüm kültürlerde ortak biçimde görülen anne, çocuk, hilekâr (şarlatan) ve hatta tufan gibi temaların arketipsel örnekler olduğuna dikkat çeker[3].

Jung, sayısız arketip olabileceğini belirtmekle birlikte, özellikle dört temel arketip üzerinde durmuştur: Persona (maske)GölgeAnima/Animus ve Kendilik (Self)[4]. Ayrıca kahramanbilge yaşlı adam/kadınana (anne) figürüçocukhilebaz gibi birçok arketipik figür de tanımlamıştır[5]. Bu analizde odaklanacağımız başlıca arketipler ise KahramanGölgeBilge Yaşlı Adam ve Anima/Animus arketipleri olacaktır. Aşağıda önce bu kavramları kısaca tanımlayacağız:

Kahraman Arketipi

Kahraman arketipi, mitolojik hikâyelerin ve rüyaların en yaygın figürlerinden biridir. Kahraman, genellikle mütevazı bir başlangıç noktasından yola çıkıp zorlu engelleri aşan, sınavlardan geçen ve sonunda hem kendini hem de toplumunu dönüştüren kişiyi temsil eder. Jung’un çalışmalarında kahraman, ego bilincinin kolektif bilinçdışının güçleriyle (ejderhalar, canavarlar, kötü güçler sembolik olarak) mücadelesini simgeler. Joseph Campbell gibi mitologlar, çeşitli kültürlerdeki kahraman öykülerinin şaşırtıcı biçimde ortak bir “kahramanın yolculuğu” kalıbını izlediğini ortaya koymuştur[6]. Buna göre kahraman arketipi, insanın ölüm korkusu, yiğitlik, aşk ve fedakârlık gibi evrensel değerleriyle yüzleşmesinin sembolüdür[6].

Kahraman arketipi daima değişim peşindedir: Maceraya atılır, bilinmezi keşfeder, canavarları alt eder ve elde ettiği bilgeliği toplumuna armağan etmek üzere geri döner. Bu yönüyle kahraman, bireyin bireyleşme (individuation) sürecindeki ilerlemesini temsil eder – kişi kendi iç dünyasındaki karanlık yönleri ve sınırları aşarak kendinin daha bütün bir versiyonuna ulaşır. Jungiyen yorumda kahramanın yolculuğu, aslında bireyin kendi zihnindeki yolculuktur; fiziksel engeller ve zaferler, psişedeki gelişimin dışavurumudur[7][8]. Örneğin, Star Wars filminde Luke Skywalker kahraman, karanlık tarafa geçmiş babası Darth Vader ise onun gölgesi olarak yorumlanabilir[9]. Bu ikili, evrensel kahraman arketipi ile gölge arketipinin modern bir yankısıdır.

Gölge Arketipi

Gölge arketipi, en basit haliyle, bireyin karanlık, bastırılmış ve genellikle bilinçli benlik (persona) tarafından kabul edilmemiş yönlerini temsil eder. Jung, gölgeyi kişiliğimizin karanlık kardeşi olarak tanımlar; bilinçli zihnimizde kendimizi nasıl görüyorsak, gölgemiz bunun tam zıddı yönleri barındırır[10]. Gölge arketipi, bastırılan arzuları, ilkel içgüdüleri, utanç duyulan veya korkulan yönleri içerir. Jung’a göre “gölge, bilinçli kişiliğin değerlerine karşıt değerleri bünyesinde taşır; persona’nın sakladığı şey gölgede yaşar”[10]. Örneğin son derece nazik ve uyumlu bir insanın gölge tarafı içinde öfke ve saldırganlık barındırabilir; yahut dini bütün, kuralcı bir kişinin gölgesinde isyankâr ve ahlâk dışı eğilimler bulunabilir.

İlk bakışta gölge arketipi tamamen negatif gibi görünse de, Jung buna tek taraflı bakmamak gerektiğini söyler. Gölge aslında içerdiği potansiyel enerji ve özelliklerle bireyin bütünlüğe ulaşması için kritik önemdedir. Önemli olan, gölgeyi inkar edip bastırmak yerine, onunla yüzleşip entegre etmektir. Jung “gölge uygun şekilde bütünleştirilirse ego’yu geliştiren bir kaynağa dönüşür; ama bastırılırsa bireyi ve çevresini tahrip edebilir” diye vurgular[11]. Yani kişi kendi gölgesiyle hesaplaşabildiğinde, oradaki yaratıcı güçleri olumlu şekilde kullanabilir; aksi halde bastırılan gölge içten içe huzursuzluk yaratarak psikolojik sorunlara yol açar.

Gölge arketipi genellikle rüyalarda veya mitolojide aynı cinsiyetten karanlık bir figür olarak belirir. Kahramanın karşılaştığı azılı düşmanlar, canavarlar ya da karanlık ikizler çoğu zaman gölgenin yansımasıdır. Klasik edebiyattan Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, modern sinemadan Hulk veya Darth Vader, hep gölge motifine örnektir. Bu arketip, bireyin kabul etmediği yönlerinin “karşıt karakter” şeklinde dışavurumudur. Gölgeyle yüzleşmek Jungiyen terapide önemli bir adımdır; Jung bunu bireyin “çıraklık eseri” olarak görür – önce gölgeyle mücadele edilir, ardından daha derindeki anima/animusla karşılaşılır[12].

Bilge Yaşlı Adam Arketipi

Bilge Yaşlı Adam (ve kadın için Bilge Kadın), kolektif bilinçdışından çıkan bir rehberlik ve bilgelik arketipidir. Hemen her kültürün mitinde, masalında veya dininde rastladığımız bu figür, zorlu yolculuklarda kahramana yol gösteren, öğüt veren, sırları açıklayan yaşlı bir bilgedir. Jung, yaşlı bilgeyi psişenin “tinsel (ruhsal) öğesinin simgesi” olarak görür. Bu arketip genellikle büyücühekimöğretmenrahipalim ya da benzeri bir otorite figürü kılığında belirir; önemli olan onun taşıdığı derin tecrübe ve irfandır.

Masallardaki koca karılar, dervişler veya ermişler, efsanelerdeki büyücüler (Merlin gibi), Star Wars’taki Yoda, Matrix’teki Morpheus, hatta geleneksel toplumlarda dedeler/nineler hep bilge rehber arketipinin yansımalarıdır. Jung’un ifadeleriyle “kesin inançlar, yasaklar ve büyülü öğütler her zaman baba figüründen gelir; son sözü söyleyen güven veren ses odur. Dolayısıyla ruhsal özü çoğunlukla bilge yaşlı adam simgeler”. Bilge rehber arketipi, kahramanın bilinmeyen diyarlara adım atarken ihtiyaç duyduğu içsel kılavuzu temsil eder; bir bakıma, yol gösteren vicdanın veya yüksek benliğin sembolik dışavurumudur.

Anima ve Animus Arketipleri

Jung’un kuramında Anima ve Animus, insanın karşıt cinsiyetin psişik özelliklerini barındıran yönlerini ifade eder. Anima, erkeğin bilinçdışındaki dişil yönüne; Animus ise kadının bilinçdışındaki eril yönüne verilen isimdir[13]. Her erkekte, kendi benliğinin kadınsı niteliklerini temsil eden bir anima imgesi; her kadında da erkeksi yanını temsil eden bir animus imgesi bulunur. Bu arketipler çoğu zaman rüyalarda veya hayal ürünlerinde karşı cinsten bir figür olarak belirip kişiye rehberlik ederler. Jung, “anima ve animus, bireyin bilinçdışına kılavuzluk eden ruh imgesidir” der ve onlarla bağ kurmanın psikolojik olgunlaşma için zorunlu olduğunu belirtir[13]. Hatta Jung’a göre gölgeyle yüzleşmek çıraklık ise, anima/animus ile yüzleşmek ustalık gerektiren, daha derin bir sınavdır[12].

Anima arketipi, erkeğin içindeki Ebedi Dişil ilkesini barındırır. Erkeğin duygusallığı, sezgileri, şefkati, yaratıcılığı gibi yönleri anima sayesinde açığa çıkar. Anima rüyalarda bazen bir ilahî dişi figür (örneğin bir tanrıça, peri, ya da ideal sevgili) şeklinde tezahür edebilir. Onun rehberliği, erkeğin duygusal ve ruhsal gelişimine katkı sunar. Animus arketipi ise kadının içindeki Ebedi Erildir; mantık, otorite, aksiyon gibi yönleri temsil eder. Kadın rüyalarında bir bilge adamsavaşçı veya kahraman figürü olarak beliren animus, kadının içsel kararlılığını ve akılcı yanını güçlendirir.

Anima/Animus arketipleri çoğu zaman projeksiyon mekanizmasıyla çalışır; yani birey kendi içindeki bu karşıt cinsiyet yönünü dışarıdaki birine yansıtır ve onda görür. Örneğin bir erkek, farkında olmadan anima imgesini bir kadına (sevgilisine, eşine) yansıtarak onu idealleştirebilir. Ya da bir kadın, animusunu bir erkek lidere yansıtarak onun mutlak doğruları temsil ettiğine inanabilir. Jung, bireyin gerçekçi ilişkiler kurabilmesi ve psişik bütünlüğe erişebilmesi için anima/animus projeksiyonlarını geri çekip, bu arketipleri kendi ruhunda tanıması gerektiğini savunur[13]. Bu zorlu süreç başarıldığında, kişi hem kendi cinsiyetinin bilinçli yönlerini hem de karşı cinsin içsel yönlerini bütünleştirerek Kendilik (Self) arketipine doğru önemli bir adım atar – yani tam anlamıyla kendini gerçekleştirmeye yaklaşır.

Gılgamış Destanı’nda Arketipik Ögeler ve Karakterler

Gılgamış Destanı, yaklaşık M.Ö. 2000’lere tarihlenen, dünyanın bilinen en eski destanlarından biridir ve zengin sembolik anlatımıyla birçok arketipik temanın ilk yazılı örneklerini sunar[14][15]. Sümer kralı Gılgamış’ın maceralarını anlatan bu destan, ana hatlarıyla kahramanın güç yolculuğudostluk ve gölgeyle yüzleşmeölümsüzlük arayışıtanrılarla ilişki ve insanın sınırları gibi temalar etrafında şekillenir[16][17]. Jung’un arketip kuramı ışığında baktığımızda, destandaki karakterler ve olaylar kolektif bilinçdışının temel figürlerini çarpıcı biçimde temsil eder. Nitekim literatürde de Jung’un dört ana arketipinin (persona, gölge, anima, animus) Gılgamış Destanı’nda açıkça görülebildiği belirtilmiştir[18][19]. Aşağıda destanın başlıca karakterlerini ve motiflerini Jungiyen arketiplerle eşleştirerek inceleyeceğiz.

Gılgamış: Kahraman Kral ve Persona

Destanın başkahramanı Gılgamış, Uruk şehrinin efsanevi kralıdır. Gılgamış tarihsel olarak da yaşamış bir figür olsa da destanda anlatılan hikâyesi mitolojik unsurlarla bezenmiştir. Gılgamış, Jungiyen açıdan öncelikle kahraman arketipinin bir yansımasıdır: “Her şeyi gören, bilen ve deneyimleyen” bir yolcudur ve çıktığı macera sonunda büyük bir dönüşüm geçirir[20][16]. Yolculuğun başında Gılgamış’ın karakteri zalim ve kibirli bir kral olarak çizilir: “Üçte ikisi tanrı, üçte biri insan” olan bu güçlü hükümdar halkına zorbalık yapmakta, genç evliler üzerinde “ilk gece hakkı” gibi despotça uygulamalarla tepki çekmektedir[21][22]. Bu haliyle Gılgamış, Jung’un sözünü ettiği persona arketipinin de örneğidir – “uygarlığı ve yasayı sembolize eden ama zalim olan kral” olarak dış dünyaya taktığı maskeyi temsil eder[23][24].

Ancak destanın ilerleyişi, Gılgamış’ın bu persona maskesinin arkasındaki derin insani kaygıları ve eksikleri açığa çıkarır. Onun kahraman yolculuğu, içsel dönüşümünün hikâyesidir. Başlangıçta kibirli bir yarı-tanrı olan Gılgamış, yolun sonunda ölümün kaçınılmazlığını kabul eden, tevazu sahibi bir bilgeye evrilir. Bu dönüşüm sürecinde Gılgamış’ın karşılaştığı her önemli figür, onun psişesindeki bir arketipi yansıtır ve bir sınav niteliği taşır.

Enkidu: Gölge ve Vahşi Doğa Arketipi

Tanrılar, Gılgamış’ın zulmünden bunalan halkın yakarışlarına kulak vererek bir karşı denge yaratır: Kilden vahşi bir adam olan Enkidu’yu meydana getirirler[21][25]. Enkidu başlangıçta tamamen doğanın parçası, “iri yarı, kıllı, yabanıl” bir adamdır; hayvanlarla birlikte yaşar, avcıların tuzaklarını bozar, medeniyetten uzakta saf bir doğa hayatı sürer[26]. İşte bu Enkidu karakteri, Jungiyen açıdan Gılgamış’ın Gölge arketipini somutlaştırır. Nitekim yorumcular “vahşi hayattan gelen Enkidu, Gılgamış’ın gölge yanını temsil eder; onun bir çeşit alter ego’sudur” diye belirtir[23][24]. Gerçekten de Enkidu, Gılgamış’ın sahip olmadığı tüm özellikleri bünyesinde barındırır: O, doğaya yakın, içgüdüsel ve tevazu sahibidir. Gılgamış ise uygarlığı temsil eden, zihinsel ve egosal bir figürdür. Biri ne kadar şehirliyse diğeri o denli yabanidir; biri ne kadar kibirliyse öteki o kadar mütevazıdır. Bu zıtlık, ego ve gölge ikilisinin arketipsel karşıtlığını ortaya koyar.

Enkidu, Gılgamış’ın eksik parçası gibidir. Destanda Gılgamış onu rüyalarında önceden görür ve annesi Tanrıça Ninsun’a yorumlatır; rüyadaki semboller Enkidu’nun gelişiyle Gılgamış’ın “tamlaşacağını” ima eder[27]. İlk karşılaşmalarında Enkidu ve Gılgamış şiddetli bir kavgaya tutuşurlar – bu, kahramanın kendi gölgesiyle ilk yüzleşmesidir. Gılgamış, gücünü kullanarak Enkidu’yu alt eder ama onu öldürmez; tam tersine bu kavga, aralarında büyük bir dostluğun doğmasını sağlar[22][28]. Jung’a göre gölge arketipi genellikle başlangıçta düşmanca görünür, fakat kabul edilip “entegrasyon” sağlanırsa kahramanın müttefikine dönüşür[29][30]. Nitekim Gılgamış, Enkidu ile uzlaşarak kendi yabanıl/doğal yanını kucaklamış olur. Artık zorbaca güç gösterilerinde bulunan bir kral değil, gücünü maceraya ve sınavlara yönelten bir kahramandır.

Enkidu aynı zamanda “Vahşi Adam / Doğa Adamı” arketipinin ilk büyük edebi örneğidir[31][32]Vahşi adam arketipi, medeniyetin dışında yetişmiş, doğanın bilgeliğine sahip saf karakterleri tanımlar. Enkidu’nun toprak ana tarafından yaratılıp hayvanlarca büyütülmesi, onun arketipsel “Doğa Çocuğu” yanını vurgular. Pek çok kültürde Enkidu gibi ormanda yetişen kahraman motifleri (Romulus-Remus, Tarzan, Mowgli vb.) görülmüştür ve hepsi kolektif bilinçdışındaki vahşi adam imgesinin farklı tezahürleridir. Enkidu, güç ve vahşilik olarak Gılgamış’ın gölgesi olduğu kadar, masumiyet ve doğallık yönüyle de onun ruhsal tamamlayıcısı gibidir. Bu nedenle bazı yorumlarda Enkidu’nun Gılgamış için yalnızca gölge değil, aynı zamanda anima (dişil ruh) yönünü de yansıttığı öne sürülür; onun “hayvani (doğal) tarafı” Gılgamış’ın içindeki bastırılmış yaşam sevincini ve duygusallığı ortaya çıkarmıştır[23][24]. Her ne kadar teknik olarak anima kavramı karşı cinse ait bir yön olsa da, Enkidu’nun Gılgamış’a kazandırdığı merhamet, empati ve sevgi duyguları anima etkisini andırır. Nitekim Gılgamış ve Enkidu arasında kurulan derin dostluk ve sevgi bağı, destanın duygusal merkezini oluşturur – bu bağ, Gılgamış’ın katı egosunu yumuşatır ve onu olgunlaştırır.

Enkidu karakteri ayrıca Jung’un tanımladığı diğer bazı arketipleri de içinde barındırır. Örneğin, Enkidu başlangıçta Masum Çocuk ve Orphan (Öksüz) arketiplerine uygun biçimde, dünyadan habersiz, korunmasız bir halde doğaya bırakılmıştır[33][34]. Medeniyetle ilk karşılaşması, bir fahişe olan Şamhat aracılığıyla olur: Avcıların tuzağını sürekli bozan Enkidu’yu yakalamak için Gılgamış, bu güzel kadını gönderir. Şamhat, Enkidu’yla aşk yaşamı (cinsellik) yoluyla onu ehlileştirir, hayvanlar artık Enkidu’dan kaçar ve Enkidu “aklı başına gelmiş” bir insan gibi davranmaya başlar[35][36]. Bu sahne, cinselliğin uygarlığa açılan bir kapı olduğunu imler; aynı zamanda Şamhat figürü mitolojideki kadim “bilge fahişe” veya “dişi öğretici” arketipinin örneğidir. Enkidu, kadınla kurduğu tensel ve duygusal bağ sayesinde bilinç kazanır – tıpkı Havva’nın Adem’e bilgiyi (iyi ile kötünün bilgisini) getirmesi gibi, Şamhat da Enkidu’ya medeniyetin ilk bilgisini verir. Jungiyen analizde Şamhat, Enkidu’nun (dolayısıyla Gılgamış’ın) karşısına çıkan ilk anima figürü olarak görülebilir: karanlıkta ışık olan kadın. Enkidu “aşk” sayesinde hayvandan insana dönüşürken, Gılgamış da Enkidu sayesinde zalimden dosta evrilir. İki karakter birbirini tamamlayarak bir bütün oluşturur.

Özetle, Gılgamış – Enkidu ilişkisi, ego ile gölgenin zıtlığından doğan yaratıcılığı ve dengeyi gösterir. İki kahraman birlikte yola çıkmaya karar verdiklerinde artık durdurulamaz bir ikiliye dönüşmüşlerdir[37][38]. Bu dostluk, antik literatürdeki en güçlü arkadaşlık bağlarından biridir ve insani sevgiyi yüceltir. Arketipsel olarak, ikiz kahramanlar ya da kahraman ve yardımcısı motifinin ilk örneklerindendir. Enkidu, Gılgamış’ın hem gölgesi hem de yoldaşı olarak onun başarılarına ortak olur, ama aynı zamanda Gılgamış’ın alacağı derslerin de sebebi olacaktır.

Canavarlarla Sınav: Humbaba ve Gök Boğası

Enkidu’nun gelişiyle kendine bir eş bulmuş olan Gılgamış, artık birlikte ün kazanacakları kahramanlık maceraları aramaya koyulur. İki dost, Sedir Ormanı’nın* yolunu tutarlar. Orada Humbaba adlı, tanrılar tarafından o ormanı korumakla görevlendirilmiş dev bir canavar (ya da demon) yaşamaktadır. Gılgamış, “ölümsüz bir ün kazanmak” arzusuyla bu tehlikeye atılmaya karar verir[39][40]. Jungiyen açıdan bu sefer, kahramanın dış dünyadaki ilk büyük gölge figürüyle, yani ejderha/arhetipik düşman** ile yüzleşmesi demektir.

Humbaba, devasa ve korkunç bir doğa gücüdür; insan eli değmemiş ormanın vahşiliğini temsil eder. Onu alt etmek, medeniyetin doğa üzerindeki zaferi gibidir – Gılgamış ve Enkidu birlikte doğanın gölgesine karşı koyarlar. Bu mücadele sahnesi pek çok mitolojik kahraman hikâyesine paraleldir: Tıpkı Herkül’ün Nemea aslanını boğması, Tepegöz’ün yenilmesi veya Saint George’un ejderhayı öldürmesi gibi, Gılgamış da bir canavarı alt ederek kahramanlığını kanıtlar. Jungiyen simbolojiye göre kahramanın ejderhayı öldürmesi, bilinçdışının ilkel güçleri üzerinde ego bilincinin hakimiyet kurmasını temsil eder. Erich Neumann, mitolojilerdeki kahramanın canavarla savaşını, insan bilincinin anne doğanın boğucu ve korkutucu yönlerinden özgürleşmesi olarak yorumlamıştır. Bu açıdan Humbaba, “baba” adını taşımasıyla da ilginçtir; belki de Gılgamış’ın aşması gereken ilkel baba figürünün (otoritenin/doğa yasasının) sembolüdür.

UKEssays’deki Jungiyen bir analizde, Humbaba “Gılgamış’ın arzuladığı güç ve şöhret özelliklerini temsil ediyor” şeklinde yorumlanmıştır[39][40]. Gerçekten de Gılgamış, Humbaba’yı alt ederek kalıcı bir ün kazanacağına inanır[39][41]. Bu, genç egonun ölümsüzlüğü eserleriyle elde etme çabasını gösterir. İki dost zorlu bir savaş sonunda Humbaba’yı öldürmeyi başarırlar[38][42]. Ölmek üzereyken Humbaba onlara merhamet dilenir, fakat acımazsızca canını alırlar. Bu zafer, Gılgamış ve Enkidu’nun kibirini de artırır; kendilerini yenilmez hissetmeye başlarlar. Arketipsel olarak kahramanın yolculuğunda bu nokta, genellikle bir şişkinlik (hubris) ve ardından gelen bir düşüş ile karakterizedir. Nitekim tanrılar, bu ikilinin haddini aştığı kanısına varır.

Humbaba epizodu, Jung’un arketiplerinden “ejderha-katil kahraman” temasının ilk yazılı örneklerindendir. Bilinçdışındaki ilkel korkular (karanlık orman, dev yaratık), bilinçli cesaret ve güç ile alt edilir. Kahraman arketipi burada parlarken, gölge (Humbaba şeklinde) yenilgiye uğratılır. Ancak dikkat çekicidir ki Gılgamış, zaferin hemen ardından canavarın koruyucusu olan Tanrıça İştar ile çatışmaya girerek yeni bir sınavla yüzleşecektir. Bu da bize gösterir ki, gölgeyle bir yüzleşme biter bitmez, kahramanın karşısına bu kez anima temsilleri çıkar.

Dişil Figürler: Tanrıçalar ve Anima’nın Yansımaları (Ninsun, İştar, Şamhat)

Gılgamış Destanı’nda kadın figürleri az ama etkilidir. Üç önemli dişil karakter öne çıkar: Gılgamış’ın annesi Ninsun, tanrıça İştar (İnanna) ve Enkidu’yu evcilleştiren Şamhat. Jung’un kuramında bu figürler farklı arketipsel rollere karşılık gelir: Ana Tanrıça (veya Büyük Ana) arketipi, Anima arketipi ve “Karanlık Anima/Şehvetli Kadın” motifi gibi.

Ninsun, Gılgamış’ın annesidir ve bir tanrıçadır. O, destanda oğlunun rüyalarını yorumlayan, ona bilgece öğütler veren bir anne figürüdür. Ninsun’u Jungiyen açıdan iki şekilde düşünebiliriz: Birincisi, o bir “Büyük Anne Tanrıça” arketipidir – şefkatli, koruyucu ve bilgedir. İkincisi, Gılgamış’ın psişesinde bir anima rolü oynar; çünkü Jung’a göre erkek çocuk için anne, ilk anima imgelerinden biridir. UKEssays çözümlemesi, “Gilgamesh’in ilk animası annesi Tanrıça Ninsun’dur; rüyalarını yorumlayarak ona rehberlik eder ve Enkidu’nun gelişini önceden bildirerek oğlunu hazırlar” demektedir[13][43]. Gerçekten de Ninsun, Gılgamış’a Enkidu’nun gelişiyle hayatında yeni bir aşamaya geçeceğini haber verir[43]. Böylece Gılgamış’ın bilinçdışındaki dişil rehber, yani anima, anne formunda karşısına çıkmıştır. Annenin kutsamasıyla Gılgamış gölge yanını (Enkidu’yu) kabul etmeye hazır hale gelir.

Şamhat ise yukarıda değindiğimiz gibi Enkidu’yu medenileştiren tapınak kadınıdır. Şamhat, Jung’un tanımladığı anima figürlerinin ilk basamaklarından birine denk gelir: Erkek açısından “Eve” düzeyi (ilk kadın, cinsel uyanışı sağlayan dişi) gibi düşünülebilir[44]. Enkidu’nun bilinç kazanması Şamhat’la beraber olması sayesinde olmuştur. Bu yönüyle Şamhat, dişil cazibenin dönüştürücü gücünü temsil eden “baştan çıkarıcı öğretmen” motifidir. O, Enkidu’nun hem saflığını bozar hem de onu bilgeleştirir; cinsellik yoluyla Enkidu’yu hayvanlıktan insanlığa geçirir. Bu, anima arketipinin erkek psişesini geliştiren yaratıcı yönüdür – aşk ve ilişki, bilinci zenginleştirir.

İştar (Sümer’de İnanna adıyla da bilinir), aşk ve bereket tanrıçasıdır. Destanda Gılgamış’ın Humbaba’yı öldürmesinin ardından İştar, kahramanın yakışıklılığından ve zaferinden etkilenip ona evlenme teklif eder[45]. Ancak Gılgamış, tanrıçanın geçmiş sevgililerine yaptıklarını bildiği için onu ağır biçimde aşağılayarak reddeder[46][47]. İştar’ın gururu kırılır ve intikam için gök tanrısı babası Anu’dan Gök Boğası (Gökyüzü Boğası, bir ilahi azman) adlı bir belayı Gılgamış’ın üzerine salmasını ister[45][48]. Sonuçta Gılgamış ve Enkidu bu ilahi boğayı da öldürürler, fakat tanrılara karşı bu ikinci cüretleri iplerin kopmasına yol açar: Enkidu’nun ölümü bu noktada kararlaştırılır[45][48].

İştar, Jungiyen açıdan oldukça karmaşık bir figürdür. Bir yandan o bir tanrıçadır – yaratıcı ve yıkıcı güçleri bir arada barındıran Büyük Dişil ilkesini temsil eder. Öte yandan Gılgamış’ın kişisel hikâyesinde “ayartıcı kadın”, yani kahramanın yolundan saptırıcı cazibe unsuru rolündedir. Campbell’ın “kahramanın yolculuğu” şemasında söz ettiği “Kadının Baştan Çıkarışı (Temptress)” aşamasını İştar’da görmek mümkündür. Gılgamış, ölümlü bir erkek olarak bir tanrıçanın ilgisiyle sınanır. Onu reddederek aslında büyük bir eşik atlar: Şöhret ve nimet arzusuna kapılıp tanrıçanın eşi olmayı seçmez; kendi yoluna devam eder. Ancak bunu yaparken sergilediği küstahlık, anima arketipinin gölge yönünü karşısına çıkarır. İştar’ın gazabı, dişil ilkenin yıkıcı cephesidir. Jung, anima’nın erkeği delirtebileceğini veya yok edebileceğini, eğer erkek onu bütünüyle değersizleştirirse anima’nın negatif bir iblise dönüşebileceğini belirtir. Gılgamış’ın İştar’a hakaretleri tam da bunu yapmış; sevgi tanrıçasını öfkeli bir düşmana çevirmiştir.

UKEssays analizine göre “İştar, Gılgamış için negatif bir anima’dır; onu öz-yıkıma götürebilecek tehlikeli kadın imgesidir”[46][47]. Gerçekten de İştar’ın gönderdiği Gök Boğası ile mücadele Enkidu’ya pahalıya patlar; tanrılar, boğayı öldürdükleri için ceza olarak Enkidu’yu ölümcül bir hastalığa uğratırlar[46][49]. Böylece Gılgamış, anima arketipinin yıkıcı cephesiyle en ağır şekilde yüzleşmiş olur: En sevdiği dostunu kaybederek.

İştar’ın bu rolü, antik mitolojilerde sık görülen “yıkıcı/öldüren dişil” motifine uygundur (örneğin Yunan mitolojisinde Akhileus’un kaderinde rol oynayan Amazon kraliçesi Penthesileia, ya da İncil’de Samson’un başına bela olan Delilah gibi). Jungiyen bakış açısı, erkeğin dişil ruhtan (anima’dan) kopuk kalmasının bedelini gösterir: Gılgamış, İştar’ı bütünüyle reddederek psişesindeki dişil yanı da reddetmiş ve bunun cezası psikolojik bir çöküş (Enkidu’nun ölümüyle gelen depresyon) olmuştur.

Enkidu’nun Ölümü ve Kahramanın Yalnız Yolculuğu

Enkidu, tanrıların hükmüyle acı verici bir hastalığa yakalanır ve kısa sürede yatağa düşer. Gılgamış, arkadaşının ölüm döşeğindeki haline tanık oldukça perişan olur. Enkidu’nun ölümü, destandaki en dokunaklı bölümlerden biridir: Gılgamış ilk kez ölüm gerçeğiyle böylesine yakından yüz yüze gelir. Dostunun ölüsü karşısında günlerce yas tutar, bedeni çürümesin diye dokunamaz hale gelene kadar bekler. Sonunda onu toprağa vermek zorunda kaldığında dehşete kapılır: “Enkidu’ya bu olduysa bana da olacak” farkındalığı zihnini sarsar. Ölüm korkusu tüm benliğini kaplar.

Jungiyen açıdan, kahramanın karanlık gecesi başlamıştır. Enkidu’nun ölümü, Gılgamış’ın hem en sevdiği yoldaşını hem de kendi gölgesinin somut varlığını kaybetmesi demektir. Artık gölgesi dışarıda değil, yeniden kendi içinde kalmıştır ve Gılgamış bununla başa çıkmaya hazır değildir. UKEssays’e göre “Enkidu’nun ölümüyle Gılgamış çılgına döner ve sonunda kendi gölgesi gibi davranmaya başlar; Enkidu’nun vahşi karakterini benimser”[50][51]. Gerçekten de Gılgamış şehirden ve kral kimliğinden uzaklaşıp saçını başını dağıtarak vahşi giysilere bürünür, tıpkı Enkidu gibi kırlarda dolaşmaya başlar[50][52]. Bu, ego kimliğinin parçalandığını, bilinçdışının baskın hale geldiğini gösterir. Gılgamış artık kendini kaybetme pahasına ölümün sırrını çözmeye adanmıştır.

Bu noktada destan, kahramanın tek başına çıktığı inziva yolculuğuna evrilir. Enkidu’nun kaybı, Gılgamış’ı yeni bir arayışa iter: Ölümsüzlük arayışı. Ölümden ölesiye korkan kahraman, dünyada ölmemiş tek canlıyı – tufandan sağ çıkıp tanrılar tarafından ölümsüzlük bahşedilmiş olan atası Utnapiştim’i – bulmak üzere yollara düşer[16]. Bu arayış, Jungiyen bireyleşme sürecinde “Benlik arketipi”ne (Self) ulaşma çabası olarak okunabilir. Zira Gılgamış somut olarak bedeninin ölmezliğini arasa da, aslında aradığı şey anlamdır, ruhsal bütünlüktür. Kendi fani doğasını aşmanın yolunu bulmaya çalışmaktadır.

Utnapiştim: Bilge Yaşlı Adam ve Ölümsüzlük Sırrı

Gılgamış’ın yolculuğunun son durağı, dünyanın ötesindeki sulardan geçip Utnapiştim’e ulaşmaktır. Utnapiştim, tufan felaketinden kurtulmuş ve tanrılarca ölümsüz kılınmış bir insandır; Gılgamış’ın büyük büyük atası konumundadır. Kahramanımız büyük zorluklarla “ölüler diyarına” benzetilebilecek bir coğrafyayı aşıp Utnapiştim’e varır. Bu kısımda Gılgamış’a bir geçici yardımcı olarak Siduri adlı bir meyhaneci kadın da öğüt verir: Siduri ona, ölümsüzlüğü aramak yerine elindeki yaşamın tadını çıkarmasını tavsiye eder. Bu sözler bir bakıma Bilge Kadın arketipinin (anima rehberinin) sesidir; fakat Gılgamış dinlemez. Utnapiştim’e ulaşır ve ondan ölümsüzlüğün sırrını öğretmesini ister.

Bu sahne, Jung’un “Bilge Yaşlı Adam” arketipinin destandaki tezahürüdür. Utnapiştim, tufan olayını anlatarak Gılgamış’a büyük bir bilgelik dersi verir (bu tufan hikâyesi, bildiğimiz Nuh tufanı ile paraleldir ve insanlığın yeniden doğuş mitosunu aktarır). Ardından Gılgamış’a bir sınav önerir: “Eğer yedi gün yedi gece uyumadan durabilirsen, ölümsüz olacaksın”. Ne var ki, yorgun kahraman bu testi başaramaz – daha ilk günden derin uykuya dalar[53][54]. Utnapiştim, hizmetçisine her gün Gılgamış uyurken bir ekmek pişirmesini söyler; Gılgamış uyandığında yanında yedi küflü ekmek bulur ve ne kadar süreyle uyumuş olduğunu dehşetle anlar. Bu imtihan, insanın zaafını gösterir: Uyanık kalmak burada bilinçli farkındalığın, yaşamın kontrolünün sembolüdür; Gılgamış bunu sürdüremeyip uykuya yenik düşer – tıpkı ölüm gibi, uyku da insanın kaçınılmaz kaderidir. Bilge Utnapiştim, Gılgamış’a açıkça insanlık gerçeğini gösterir: Fanilik.

Yine de Utnapiştim son bir merhamet göstererek Gılgamış’a ayrılırken bir sır verir: “Denizin dibinde biten ‘yaşam bitkisi’ vardır; dikenli bir ottur, onu alabilirsen gençlik yenilenir.” Bu bitki, adeta “ölümsüzlük iksiri” gibidir (kimi çevirilerde bu bitki, gençliği yenileyen bir tür yosun olarak betimlenir). Gılgamış büyük zahmetle dalgıçlar gibi suya dalar, elleri kanaya kanaya bu bitkiyi çıkarır ve sonunda aradığı çareyi bulduğunu düşünür. Ne var ki yazgı yine ağlarını örer: Dönüş yolunda Gılgamış yıkanmak için bir su kenarında durduğunda, bir yılan gelip o yaşam bitkisini çalar ve yer[55][56]! Yılan, bitkiyi yedikten sonra derisini yenileyerek uzaklaşır; Gılgamış ise çaresizce yılanın arkasından bakakalır. Böylece insan elinden ölümsüzlük bir kez daha alınır.

Bu sahne güçlü bir arketipsel sembolizm içerir. Yılan, birçok mitolojide ölümsüzlük ve yenilenmenin sembolüdür – çünkü deri değiştirmesi, yeniden doğuşun imgesi olarak görülür. Aden bahçesindeki yılanın Adem ile Havva’yı ölümsüzlükten etmesi hatırlanabilir. Burada da benzer bir motif vardır: İnsanın elinden ölümsüzlük meyvesi/bitkisi, bir yılan tarafından kaçırılır. Bu mit, kadim bir gerçeği vurgular: Ebedi yaşam doğanın döngülerinde (yılanın deri değiştirmesinde) mevcuttur ama bireyler olarak insanlar fanidir. Gılgamış’ın tüm çabası boşa gitmiş görünür. Ancak Jungiyen bakış açısıyla Gılgamış yine de eli boş dönmez – çünkü içsel bir dönüşüm geçirmiş, bilgeliğe erişmiştir. Sonunda Uruk kentine geri döndüğünde kendini beşikten çıktığı haliyle bulur: O, artık bilge bir kraldır ve zulmü bırakmıştır. Kentinin surlarına bakarak onların ne kadar güzel ve kalıcı olduğunu söyler. Kendi adıyla ölümsüz olmasa da, yaptığı işler ve bıraktığı hikâye ile insanlık tarihinde ölümsüzlüğe ulaşmıştır.

UKEssays makalesi, Gılgamış’ın yolculuğunun finalini “Gılgamış aradığı ölümsüzlüğü farklı bir anlamda kazandı – bu yolculuk sayesinde özünü (self) buldu” şeklinde özetler[57][58]. Gerçekten de Gılgamış, geçtiği tüm arketipsel sınavlar sayesinde içsel benliğini inşa etmiş, bilinçdışındaki istek ve korkularını tanımıştır[57][59]. En büyük korkusu olan ölümü kabullenmeyi öğrenmiş, bunun bilgeliğiyle yurda dönmüştür. Kahramanın yolculuğu tamamlanmıştır – fiziksel bir ödünç (ölümsüzlük otu) elinden gitse de, ruhsal olgunluk kazanmıştır. Bu, Jung’un bireyleşme sürecine uygun bir sondur: Kahraman arketipi, gölge, anima ve bilge ihtiyarla temastan sonra Kendilik (Self) arketipine doğru önemli bir adım atmıştır.

Özetlemek gerekirse Gılgamış Destanı, Jung’un arketip kuramındaki hemen her temel figürü barındıran zengin bir sembolik öyküdür. Kahraman Gılgamış, önce gölgesi Enkidu ile yüzleşir ve bütünleşir; ardından dış dünyada canavarları alt eder; tanrıça (anima) İştar tarafından sınanır; bilge yaşlı adam Utnapiştim’den öğüt alır; sonunda ölümsüzlüğün sırrı (benlik bilgisi) ile evine döner. Bu yönüyle, Campbell’ın “kahramanın bin bir yüzü” dediği monomit kalıbının da ilk mükemmel örneklerinden biridir[60]. Destanın sonunda Gılgamış, ölüm gerçeğini kabullenmiş ve böylece insani yönü ilahi yönüne galip gelmiş bir kahramandır. Bu destansı hikâye, ilk yazıya geçirildiği günden bu yana insanlığın kolektif hafızasında derin izler bırakmıştır; çünkü anlattığı şey özünde hepimizin hikâyesidir – faniliğin idraki, dostluğun gücü, doğayla çatışma ve anlam arayışı.

Arketipsel Temaların Modern İnanç Sistemlerindeki Yankıları

Gılgamış Destanı’nın dile getirdiği arketipsel temalar, binlerce yıl öncesine ait olsa da günümüz dinî ve felsefi sistemlerinde şaşırtıcı yansımalar bulur. Jung’un kolektif bilinçdışı kuramı, farklı çağ ve kültürlerde benzer motiflerin ortaya çıkmasını açıklar: İnsan doğası aynı oldukça hikâyeler de dönüşerek tekrar eder. Bu bölümde destanın ana temalarının başlıca modern inanç sistemlerindeki karşılıklarını inceleyeceğiz – özellikle ölümsüzlük arayışıtufan mitikahraman figürü ve doğa-insan ilişkisi bağlamlarında Hristiyanlık, İslam, Yahudilik gibi dinler ile Yeni Çağ (New Age) inançları ve düşüncelerindeki paralelliklere değineceğiz.

Ölüm ve Ölümsüzlük Arayışı: İnançlarda Ebedi Yaşam Umudu

Gılgamış Destanı’nın en merkezi teması, ölüm korkusu ve buna karşı ölümsüzlük arayışıdır. Gılgamış’ın Enkidu’nun ölümüyle tetiklenen bu arayışı, aslında tüm insanlığın ortak çabasıdır. Nitekim büyük dinler, insanın faniliğine karşı bir teselli mekanizması sunar: Ahiret inancı ve ölümsüz bir ruh kavramı. Örneğin Hristiyanlık, İsa Mesih’in çarmıhta ölümü ve dirilişiyle insanlığa ebedi yaşam yolunu açtığını öğretir. Burada kahraman İsa, ölümle yüzleşip onu aşarak (diriliş) ölümlü insanlara da kurtuluş imkânı sağlamıştır. Bu, arketipsel kahramanın zaferinin teolojik bir ifadesidir. Gılgamış kendi çabasıyla ölümsüzlüğü bulamadıysa da, Hristiyanlık’ta kahraman-Tanrı figürü insanlara bahşeder. Benzer şekilde İslam ve Yahudilik’te de ölüm bir son değil, başka bir varoluşun başlangıcıdır; dünya hayatı fani olsa da ruh bâkidir. Bu inançlar, insanoğlunun Gılgamış misali “ölümsüz olma” arzusuna manevi bir çözüm sunar: “Ecel kaçınılmaz, ama inananlar için ebedî saadet vardır.”

Destandaki “yaşam otu” ve yılan motifi, Tevrat ve Kur’an’daki cennet bahçesi anlatılarını anımsatır. Aden Cenneti’nde Tanrı, “hayat ağacı” ve “bilgi ağacı” yaratmıştır; insanın günahı yüzünden ölümlü oluşu, hayat ağacından mahrum kalmasıyla açıklanır. Burada da bir yılan (Şeytan) devrededir ve insana yasak meyveyi yedirir, sonuçta insan ölümlü olur. Gılgamış’ta ise yılan, zaten ele geçirilmiş olan ölümsüzlük bitkisini çalar. Her iki durumda da insan ile ölümsüzlük arasına giren bir yılan figürü vardır. Bu benzerlik, muhtemelen Mezopotamya mitlerinin Yahudi geleneğine etkisinin bir sonucudur (Nuh tufanı hikâyesinde olduğu gibi, Gılgamış’ın anlatıları Tevrat’a bazı temalar vermiştir). Ancak arketipsel düzeyde de bakarsak, yılan insanlık tarihinin ortak simgelerindendir: Hem bilgelik (tıbbın sembolü yılan, bilgeliği simgeler) hem tehlike olarak görülür. Nitekim modern tıpta yılanlı asa simgesi, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu çalan yılan hikâyesine dayandırılır[61].

Ölümsüzlük arayışı, doğrudan dini inanç sistemlerinde “sonsuz yaşam” kavramıyla yankılanır. Örneğin Kur’an’da Kehf suresinde anlatılan Hızır kıssası, Alexander (İskender) Zülkarneyn’in âb-ı hayat (hayat suyu) arayışı gibi efsaneler İslam geleneğinde yer bulmuştur. Bu hikâyelerde kahraman, tıpkı Gılgamış gibi ölmezlik suyunu arar; kimisi bulur (Hızır gibi), kimisi bulamaz. Ortaçağ’da “felsefe taşı” ve “gençlik iksiri” arayışları, simyacıların çalışmaları olarak dini-felsefi bir arka plana sahipti – bunlar da ölümsüzlük tutkusunun ifadeleriydi. Modern çağda bu arayış bilimsel yön aldı: Yaşlanmayı durdurma araştırmaları, kriyojeni (ölüm sonrası bedenin dondurulması) gibi çabalar, esasında Gılgamış’ın ruhunu yansıtır. “Ölüm korkusu Gılgamış’ı nasıl perişan ettiyse, bugün de insanları derinden etkiler”[62][63]; ve insanlık, teknoloji ve inanç aracılığıyla bu korkuya çare bulmaya çalışır.

Tufan Miti: Tanrısal Ceza ve Yeniden Doğuş

Destanda Utnapiştim’in anlattığı büyük tufan, modern dinlerdeki en bariz paralelliğe sahiptir: Tevrat ve Kur’an’da anlatılan Nuh’un Tufanı ile aynı hikâyedir. Gılgamış Destanı, bu hikâyenin en eski yazılı versiyonunu içerir. Tanrılar insanlığa kızıp sularla her şeyi yok eder, sadece Utnapiştim (ve ailesi) bir gemi yapıp kurtulur; sular çekilince kurbanlar sunar, tanrılar pişmanlık duyar ve ona ölümsüzlük verirler[16]. Bu anlatım, Tevrat’taki Nuh kıssasıyla neredeyse bire bir aynıdır (fark, Utnapiştim’e ölümsüzlük verilmesi; Nuh’a böyle bir ödül yoktur). Arketipsel olarak Tufan, Jung’un da işaret ettiği gibi “evrensel bir arketipik tema”dır[3]. İnsanlığın büyük bir felaket ile temizlenip yeniden başlaması, farklı kültürlerde görülür: Mezopotamya’da, Hint mitolojisinde (Manu’nun tufanı), Amerika yerlilerinde vs. Bu, kolektif bilinçdışında kayıtlı “yıkım ve yenilenme” döngüsünün mitik anlatımıdır.

Modern inanç sistemlerinde tufan teması, Tanrı’nın adaleti ve merhameti kavramlarını vurgular. Yahudi-Hristiyan-İslam geleneğinde Tufan, Tanrı’nın gazabının örneğidir ama aynı zamanda insanlık için yeni bir sayfa açar (Nuh yeni bir çağ başlatır, Allah bir daha tüm insanlığı böyle cezalandırmayacağına söz verir – gökkuşağı sembolü). Bu yeniden doğuş motifi, Gılgamış’taki tufan hikâyesinde de vardır: Utnapiştim tufan sonrası yeni bir insanlık çağını başlatır ve kendisi tanrılar tarafından “ikinci Adem” misali ölümsüz yapılır.

Tufan temasının modern yankısı sadece dinlerde değil, popüler kültürde de sürer. Kıyamet filmleri, salgın felaket senaryoları, iklim krizi anlatıları bile tufan motifinin dünyevi versiyonlarıdır. İnsanlık kolektif olarak sık sık kendini bir “tufan eşiğinde” hayal eder ve içten içe bir arınma-yenilenme beklentisi taşır. Jungiyen bakışla, tufan arketipi insanlığın bilinçdışında korku ve arınma ihtiyacını temsil eder; bu nedenle dini anlatılarda binlerce yıldır canlı kalmıştır.

Kahraman ve Peygamber Figürleri: Kutsal Metinlerde Arketipler

Gılgamış, yarı ilahî bir kahraman kral olarak özellikle monoteistik dinlerde doğrudan karşılık bulmaz; zira bu dinler tek Tanrı’ya vurgu yapıp beşer kahramanları peygamber formunda sunar. Ancak peygamber kıssalarına bakıldığında, arketipsel kahraman yolculuğunun izleri görülebilir. Örneğin Musa peygamber Firavun’a karşı bir mücadele verir, halkını esaretten kurtarır ve onları vaadedilen topraklara götürürken denizi yarma mucizesi gibi sınavlardan geçer. Bu, dini bir çerçevede de olsa kahramanın macerasıdır: Musa bir halkın kahramanıdır. Yine Hz. İbrahim, ilahi emir uğruna evini terk ederek bilinmeze yürür (kahramanın çağrısı), evladını kurban etmeye teşebbüs eder (en büyük sınav) ve ödül olarak soyundan büyük milletler türetilir (kahramanın kazancı). Bu ve benzeri peygamber anlatıları, Campbell’ın “kahramanın sonsuz yolculuğu” şemasına uyarlanabilir niteliktedir[64]. Campbell zaten mitoloji ile din arasında bir süreklilik görmüş ve dini figürlerin de arketipsel birer kahraman imgesi taşıdığını belirtmiştir[65][6].

İsa Mesih figürü, bilhassa ilginç bir arketipsel birleşimdir: O, bir bakıma Tanrı’nın insan olması (avatar) konseptiyle kahraman arketipini ve Tanrı arketipini bir araya getirir. İsa’nın ölümü ve tekrar dirilişi, kahramanın inisiyatik ölüm/yeniden doğuş motifidir. Havarilerin onun ölümüne ağlaması, Gılgamış’ın Enkidu’ya ağlamasını anımsatır; ancak Hristiyan inancında kahraman gerçek anlamda ölümsüzlüğe ulaşmış ve bunu insanlara armağan etmiştir. Bu, Gılgamış’ın başaramadığının dinsel düzlemde gerçekleştiğini söylemenin başka bir yoludur.

İslam peygamberi Muhammed’in hayatına bakarsak, gençliğinde erdemli biri olarak tanınması (kahramanın sıradan dünyası), Hira’da ilk vahyi alıp peygamberlikle görevlendirilmesi (macera çağrısı), Mekke toplumunun onu reddetmesi (çağrının reddi ve zorluklar), Medine’ye hicreti (yolculuk), düşmanlarla savaşları (sınavlar, düşmanlar), Mekke’yi fethedip affedişi (kahramanın zaferi ve büyüklüğü) şeklinde de okunabilir. Campbell, büyük dini önderlerin hayatlarında da monomit’in aşamalarını bulur. Bu da arketiplerin ne kadar derine işlemiş olduğunu gösterir.

Gılgamış Destanı’ndaki yarı-tanrısallık teması da modern dinlerde yankılanır. Gılgamış’ın annesi tanrı, babası insan idi; birçok kültürde bu tür yarı ilahî kahramanlar vardır (Herkül gibi). Hristiyanlık’taki İsa da Tanrı’nın Oğlu olarak hem ilah hem insan kabul edilir. Bu benzerlik, muhtemelen tesadüf değildir; Jung, Tanrı arketipi ile Kahraman arketipinin insan psikolojisinde yakın çalıştığını, insanın kendini aşma isteğinin ilah fikrine yansıdığını söyler. Bu nedenle, bir inanç sisteminde Tanrı insan olup kahramanlık yapar (İsa), diğerinde insan Tanrılaşmaya çalışır (Gılgamış). İkisi de aynı arketipsel öğeye dokunur: fani olanın ölümsüz ve kutsal olana ulaşma arzusu.

Doğa ile İlişki: Enkidu’dan Tasavvufa ve Yeni Çağ’a

Gılgamış Destanı’ndaki bir diğer önemli tema, doğa (vahşi hayat) ile medeniyetin karşılaşmasıdır. Enkidu figürü bu çatışmanın vücut bulmuş halidir. Modern inanç sistemlerinde de insan-doğa ilişkisine dair güçlü imgeler vardır. Örneğin İncil’de cennet bahçesinden kovulan insan, “doğa” ile uyumunu kaybedip zorluklarla dolu medeniyet hayatına adım atmıştır. Bu, Enkidu’nun ormandan çıkıp uygarlığa gelmesiyle tersine benzeşir: Enkidu doğadan kente gelince masumiyetini kaybeder, tam insan olur ama sonunda mutsuzluğu da yaşar.

Tasavvuf gibi mistik geleneklerde, insanın doğal haline (fıtratına) dönmesi, nefsini terbiye edip yapay olandan sıyrılması öğütlenir. Bu bakımdan Enkidu’nun saf doğallığı bir erdem gibi de görülebilir. Nitekim destanda Enkidu ölürken “doğayla en büyük savaşı yaptık” diyerek Gılgamış’a sitem eder; Gılgamış, Enkidu’nun ölümüyle “doğanın intikamını” düşünür hale gelir[66][67]. Modern dünyada özellikle Yeni Çağ (New Age) akımları ve ekolojik farkındalık hareketleri, insanın doğadan kopmasının ruhsal bir eksiklik yarattığını vurgularlar. İnsanların şehir yaşamından kaçıp “doğaya dönüş” arayışları, yoga, şamanizm, neo-paganizm gibi pratiklerde doğayla bütünleşme arzusu, aslında Enkidu arketipinin modern yansımalarıdır.

Yeni Çağ inançlarında sıkça Jungiyen terminoloji kullanılır; “içindeki vahşi çocuğu keşfet”“erk hayvanını bul” gibi söylemler popülerdir. Bunlar, kolektif bilinçdışımızdaki doğa adamı arketipinin bilinçli olarak sahiplenilmeye çalışılmasıdır. Örneğin popüler yazar Clarissa Estes’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabı, vahşi doğa arketipinin kadın psişesindeki önemini anlatır – Enkidu’nun ruhu farklı cins ve çağlarda böyle yaşatılır. Jung’un dediği gibi “kültürel olarak bastırılan her şey, mitoslar kanalıyla karşımıza çıkar”[8]; modern insan doğadan koptukça, Enkidu mitini yeni formlarla üretir.

Spiritüel Düşüncede Gılgamış’ın Yeri

Gılgamış Destanı, doğrudan sonraki dinlerde kutsal metin olarak yer almasa da, 19. yüzyılda yeniden keşfedilmesinden sonra dinler tarihi ve mitoloji açısından büyük ilgi çekmiştir. Özellikle tufan hikâyesinin kökeni olarak önemsenir. Bunun ötesinde, Gılgamış’ın bilgelik arayışı mistik gelenekleri etkiler. Örneğin bazı ezoterik yorumcular Gılgamış’ın yolculuğunu bir inisiyasyon (ruhani tekâmül) olarak okurlar. Jung sonrası dönemde bazı teologlar ve düşünürler, İncil ve diğer metinleri arketipsel semboller açısından inceleyerek, onların daha eski mitolojilerle bağını kabul etmişlerdir. Bu, din dilinin bir yönüyle kolektif mitik dile dayandığını gösterir. Campbell da “Mitolojinin Simgeleri” kitabında dinî hikâyelerin aslında arketiplerin zamanla değişen yüzleri olduğunu belirtir[65][2].

Örneğin, Gılgamış’ın ölümsüzlük bitkisini kaybetmesiyle eli boş dönmesi, Tevrat’taki Vaiz kitabında yankılanır gibidir: “Her şey boş ve anlamsız; insanın ebedi bir kazanımı yok” teması, Süleyman’ın bilgeliğinde dile gelir. Fakat Gılgamış’ın tam da bu “boşluk” idrakinden sonra hayatına anlam katması gibi, dinler de ölümü aşmanın yolunu manevi kabullenişte bulur. Bireyin kahramanlaşması fikri, Yeni Çağ’da “kendini gerçekleştir, ilahi özünü bul” şeklinde spiritüel bir slogana dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında Gılgamış’ın öyküsü, dini ya da mistik her arayışta görülen öz benlik arayışının prototipidir.

Arketiplerin Günümüz Bireyinin Psikolojisindeki Yeri

Carl Jung’un arketipleri, kadim destanlardan günümüz bireylerinin rüyalarına kadar uzanan geniş bir alanda etkilidir. Gılgamış Destanı’nda gözlemlediğimiz kahraman, gölge, bilge rehber, anima gibi motifler; bugün de her birimizin psikolojisinde –bilinçli ya da bilinçdışı– işlemeye devam etmektedir. Modern birey, belki Uruk kralı kadar güçlü ya da tanrılarla konuşacak kadar şanslı değildir; ancak iç dünyasında benzer çatışmaları ve özlemleri yaşar. Bu bölümde arketiplerin günümüz psikolojisindeki karşılıklarına bakacağız: Bireysel kahraman yolculuğugölgeyle yüzleşmeölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusudoğaya özlem ve süperkahraman mitolojisi gibi olgular üzerinden modern insanın arketipsel macerasını anlamaya çalışacağız.

Bireysel Kahraman Yolculuğu ve Kendini Gerçekleştirme

Her insan hayatı, bir bakıma kişisel bir kahraman yolculuğudur. Doğumla birlikte bilinmeze “yola çıkarız”, büyürken zorluklar, eğitimler, sınavlar yaşarız, kimimiz ailemizin veya çevremizin değerleriyle çatışıp kendi yolumuzu çizeriz, aşk ve kayıp deneyimler, iş veya idealler peşinde koşarız, sonunda da kendi “hazine”mizi (kimlik, amaç duygusu, başarı vs.) bularak olgunlaşırız. Joseph Campbell’in ünlü tezi, her bireyin bir anlamda “kahramanın bin bir yüzünden biri” olduğudur. Modern psikoloji ve popüler kültür, bu fikri benimsemiştir: “Hepimiz kendi hikâyemizin kahramanıyız.” Bu, Jung’un bireyleşme dediği sürecin popüler ifadesidir.

Bireyleşme, insanın kendisi olma, potansiyelini gerçekleştirme yolculuğudur. Tıpkı Gılgamış’ın yolculuğu gibi, modern bireyin yolculuğu da içeride ve dışarıda engeller barındırır. İçerideki engeller genelde kendi gölgemizdir, korkularımızdır. Dışarıdakiler ise hayatın getirdiği zorluklar (işsizlik, hastalık, ayrılık vb.) olabilir. Jungiyen terapi, danışanın hayat öyküsünü bir kahramanın yolculuğu olarak yeniden çerçevelemeye yatkındır. Danışana içindeki kahramanı keşfetmesi, zorlukları birer gelişim basamağı görmesi öğütlenir. Bu yaklaşım bugün pek çok kendine yardım (self-help) kitabında, yaşam koçluğu programında karşımıza çıkar.

Örneğin bir kariyer değişikliği peşindeki kişi, “konfor alanını terk etme” çağrısına uyar; bu Campbell’ın “macera çağrısı”dır. Sonra belirsizliklerle mücadele eder (“sınavlar”), belki bir akıl hocası bulur (mentor – bilge rehber arketipi), başarısızlıklar yaşar (küçük ölümler) ama sonunda yeni bir beceri edinip hedefe ulaşır (hazineye konma) ve bu deneyimle olgunlaşır. Bu döngü, ister küçük ister büyük ölçekte, hayatımızda tekrarlanır. Bu nedenle kahraman arketipi, modern bireyin psikolojik gelişim modellerinde metaforik olarak kullanılır. Maslow’un kendini gerçekleştirme kavramı bile, tepeye tırmanan bir kahraman imgesini barındırır.

Gölgeyle Yüzleşme: İçimizdeki Enkidu’yu Tanımak

Jung’un gölge kavramı, günümüz psikolojisinde belki de en çok bilinen arketipik kavramlardan biridir. “Gölgemle yüzleştim”, “gölgemi entegre ediyorum” gibi ifadeler, popüler psikoloji diline girmiştir. Modern birey, bilinçli kişiliğine uymayan yönlerini bastırarak yaşıyor; ancak bu bastırılanlar (öfke, kıskançlık, güç arzusu, cinsellik, zayıflık vs.) bir yerden patlak verebiliyor. Bu patlak veriş bazen rüyalarda korkunç imgeler (canavarlar, kovalamacalar), bazen ani öfke nöbetleri, bazen de projeksiyon dediğimiz mekanizmayla başkalarını “şeytanlaştırma” şeklinde olur. Örneğin kendi tembelliğini kendine itiraf edemeyen biri, çevresindeki insanları “ne kadar da tembeller” diye eleştirip durabilir – kendi gölgesini dışarı yansıtmıştır.

Günümüz psikoterapisinde –özellikle Jungiyen analizde– hastanın gölgesiyle tanışması önemli bir hedef kabul edilir. Kişi “içindeki Enkidu” ile kavga etmek yerine onu anlamaya ve kontrol altına almaya çalışır. Bu süreç, genelde acı vericidir çünkü insan kendine yakıştırmadığı kusurlarıyla yüzleşir. Fakat neticede, tıpkı Gılgamış ile Enkidu’nun dost oluşu gibi, kişi kendi gölgesiyle barış yapabilir. Jung “gölge yanımızla ilişki kurarak onu eğitir ve kişiliğimize katarız” der. Bu sayede insan, daha dengeli ve bütün bir benliğe sahip olur[68].

Modern kültürde gölge temasını işleyen birçok hikâye ve karakter vardır. Özellikle süperkahraman filmlerinde ana kahramanın zıddı bir düşmanı olur – bu düşman çoğu kez kahramanın karanlık yönlerini temsil eder. Örneğin Batman ile Joker arasındaki ilişki, düzen ile kaos, ahlâk ile ahlaksızlık ikilemi üzerinden Batman’in gölgesi gibidir (Joker, Batman’in asla yapmayacağı şeyleri yapan nihilist gölgesidir). Star Wars’ta Luke Skywalker’ın en büyük mücadelesi, babası Darth Vader’ın karanlık tarafına (kendi içindeki öfkeye) yenilmemektir[9]. Bu hikâyeler, geniş kitlelere aslında birer psikolojik öğüt verir: Gölgenle yüzleş ama ona teslim olma.

Bireyler de kendi hayatlarında benzer dinamikleri görüp anlayabilir. Örneğin çok uyumlu, hep “iyi insan” olan biri, bir noktada patlayıp kırıcı davranışlar sergileyebilir – gölgesi kontrolsüz çıkmıştır. Bunu fark etmek ve o enerjiyi yapıcı kanallara yönlendirmek (mesela sanat, spor, açık iletişim) gerekebilir. Jung “gölge bilinçli hale getirilmezse, kaderiniz olarak karşınıza çıkar” demiştir. Bu söz, modern psikolojide “kendi karanlığınla çalışmazsan, o karanlık sana dışarıdan gelir” şeklinde yorumlanır. Dolayısıyla günümüz bireyinin ruh sağlığı için gölge arketipini tanımak mühimdir. Bu kavram, kurumsal eğitimlerden kişisel gelişim atölyelerine kadar pek çok alanda kullanılmaktadır.

Ölüm Korkusu ve Ölümsüzlük Arzusu: İnsanlığın Değişmeyen Yüzleşmesi

Gılgamış’ın destandaki en insani yönü, ölüm karşısındaki çaresizliğiydi. Bu tema, aradan binlerce yıl geçse de insan psikolojisinde aynen duruyor. Ölüm korkusu, kimi zaman açıkça, çoğu zaman ise üstü örtük biçimde, davranışlarımızın derin motivasyonlarından biri. Psikologlar, insanların büyük başarılar, sanat eserleri, çocuk sahibi olma isteği gibi eylemlerinin altında “bir parçamı ölümsüz kılma” arzusunun yattığını öne sürer (Ernest Becker bunu “ölümün inkarı” olarak tanımlar). Yani, Gılgamış’ın kendine anıt dikme veya ün kazanma çabası, bugün de insanlar tarafından farklı şekillerde sürdürülür.

Modern birey, gündelik koşuşturmada bu korkuyu çok dile getirmese de, hayatındaki kritik anlarda onunla yüzleşir: Ağır bir hastalık geçirdiğinde, sevdiği birini kaybettiğinde, ya da sadece gece karanlıkta varoluşunu sorguladığında… Jungiyen anlamda, ölüm olgusu da kolektif bilinçdışında bir arketipik temadır ve “karanlık bilinmeyen” olarak rüyalarımızı sıkça ziyaret eder (örneğin rüyada cenazeler görmek, düşmek, karanlık bir tünele girmek vs.).

Bu korkuya karşı modern insanın geliştirdiği savunmalar ilginçtir. Dindar biri için ahiret inancı en büyük tesellidir. Daha seküler kişiler için ise eser bırakmak, çocuk yetiştirmek, ismini unutturmamak önemli olur. Gılgamış’ın macerasını kayalara kazıttığı gibi, biz de başarılarımızı sosyal medya profillerimize “kazarak” bir çeşit kalıcılık ararız. Teknoloji çevrelerinde transhümanizm akımı, insan ömrünü genetik ve sibernetik yollarla uzatmanın çarelerini arar – bu da destandaki ölümsüzlük otunun bilimsel karşılığı gibidir.

Jungiyen bakış açısı, ölüm gerçeğini kabullenmenin psikolojik olgunluk için şart olduğunu söyler. Gılgamış, bitkisini yılan kaptırınca öfkelenir ama sonra sakinleşir; kente dönüp duvarlarını överek “ölümsüzlüğüm işte bu şehir” der. Modern insan da eninde sonunda bu gerçeği kabullenip ölümü yaşamın doğal bir parçası olarak içselleştirmeye çalışır. Bu konuda din ve felsefe halen en büyük rehberlerdir. Psikolojide ölümle yüzleşme terapileriyaşlılıkta anlam bulma çalışmaları gibi uygulamalar kişinin bu korkuyu azaltmayı hedefler. Aslında belki de Gılgamış’ın hikâyesini okumak bile tek başına terapötiktir: “Bak, ilk insandan beri herkes ölümü dert etti ama kimse kaçamadı; öyleyse önemli olan hayatı dolu yaşamak ve geride anlamlı bir şey bırakmak.” Nitekim Siduri’nin Gılgamış’a öğüdü de buydu: “Git, sıcak suyla yıkan, karını sevindir, ömrünün keyfini çıkar”. Modern psikolojide “anı yaşa” felsefesi, bu öğüdün yansımasıdır.

Doğaya Özlem ve İçimizdeki “Vahşi”

İlerleyen teknolojik uygarlık, insanları doğadan fiziksel olarak uzaklaştırırken ruhsal bir boşluk da yarattı. Birçoğumuz beton kentlerde, yapay ışıklar altında, ekranlara bakarak ömrümüzü geçiriyoruz. Ancak içimizdeki derin bir parça –Enkidu’ya akraba olan yanımız– toprak, ağaç, rüzgâr için yanıp tutuşuyor. Bu yüzden hafta sonları kendimizi orman yürüyüşlerine, kampinge atıyoruz; villalarımızın bahçesine yapay şelaleler kuruyoruz; evde kedi köpek besliyoruz; en azından saksıda çiçek yetiştiriyoruz. Tüm bunlar, Jung’un “Doğa Adamı” arketipine duyulan özlemin tezahürleridir. Gülseren Ö. Riganelis’in bir araştırmasında belirtildiği gibi, “Enkidu ile sembolize olan vahşi adam arketipi kolektif bilinçdışı yoluyla 20. yüzyıla ulaşmıştır”[69][70] ve modern hikâyelerde, filmlerde tekrar tekrar ortaya çıkmaktadır[71].

Örneğin sinemada TarzanMogli (Orman Çocuğu) gibi karakterler Enkidu’nun torunlarıdır. Fantastik edebiyatta “vahşi orman insanı” tipleri veya süperkahramanlardan “Yeşil Dev Hulk” (öfkelendiğinde medeniyet maskesini atıp ilkel güce bürünen bir karakter) bu arketipin varyasyonlarıdır. Hatta süper kahramanların birçoğunun “çift kimlik” taşıması –gündüz normal insan, tehlike anında güçlü doğaüstü varlık– persona ile gölge arasında gidip gelmeleridir. Bu da Enkidu-Gılgamış ikiliğinin tek bedende yaşanması gibidir.

Modern psikolojide doğa terapisi veya eko-terapi denen bir alan gelişmiştir. Kişilerin doğada zaman geçirerek streslerini azalttıkları, psikolojik iyi oluşlarını arttırdıkları bulunmuştur. Toprakla uğraşmanın, hayvan bakımının, dağ yürüyüşlerinin depresyon ve anksiyeteye iyi geldiği pek çok çalışmada gösterilir. Bunun arkasında, insanın binlerce yıllık evrimsel geçmişinin doğayla iç içe oluşu yatar. Yani genlerimiz ve bilinçdışımız hala “ormanı evi bilen” Enkidu gibidir; şehir hayatı ruhumuza bazen yabancı kaçar.

Carl Jung bizzat kendisi modern medeniyetten sıkıldığında doğaya kaçar, Bollingen Kulesi denilen göl kenarındaki evinde ilkel bir hayat sürerdi. Orada taş oyma, odun kesme gibi işler yaparken kendi ruhunu dinlediğini anlatır. Bu tecrübe, Jung’a kolektif bilinçdışı ve arketipler konusunda ilham vermiştir. Çünkü doğada insan, persona maskelerini düşürüp gölgesiyle, animasıyla daha kolay karşılaşır. Modern birey de bunu sezgisel olarak yapıyor: Meditasyon ve inziva kamplarına gidiyor, dijital detokslar yapıyor, mümkünse kırsala yerleşmenin hayalini kuruyor.

Özetle, Gılgamış’ın hikâyesindeki Enkidu faktörü bugün psikolojide “içimizdeki doğal benlik” olarak anlaşılmakta ve bunun ihmal edilmesinin patolojilere yol açtığı düşünülmektedir. Kendimizi daha bütün ve mutlu hissetmek için arada bir Enkidu gibi çimenlere basmalı, hayvani tarafımızı zararsız yollarla dışa vurmalıyız (dans etmek, spor yapmak, güçlü duygularımızı ifade etmek gibi).

Süperkahramanlar: Modern Mitolojide Arketiplerin Canlanışı

1.      yüzyılda kitle kültürünün en baskın anlatıları, süper kahraman filmleri ve çizgi romanları haline geldi. Avengers, Batman, Superman, Spiderman, Wonder Woman gibi karakterler tüm dünyada milyarlarca insana hitap ediyor. Bu kahramanların bu denli sevilmesinin ardında, Jung’un bahsettiği arketipik çekirdekler yatar. Esasında süperkahraman hikâyeleri, mitolojinin modern versiyonudur. Yunan tanrıları, Sümer destanları artık bu pelerinli karakterler suretinde hayat buluyor.

Her süperkahraman, bir veya birden fazla arketipik temayı işler. Superman açıkça mesih/kurtarıcı arketipidir (dünyaya gönderilen, insanüstü güçleriyle iyiliği koruyan). Batman insanın karanlık yanıyla iyiliği birleştirme çabasını temsil eder (karanlık bir imajı vardır ama iyilik yapar; yarasa simgesi gölgeyi çağrıştırır). Wonder Woman Amazon prensesi olarak bir ana tanrıça/kahraman kadın karışımıdır. Iron Man zekâ ve teknoloji ile kahramanlık yapan, ama ego gölgesiyle de boğuşan bir figürdür.

Bu hikâyelerde Jung’un tanımladığı bilge rehber çok belirgindir: Neredeyse her kahramanın bir akıl hocası vardır (Örneğin Spider-Man’in amcası Ben, Iron Man’in J.A.R.V.I.S. yapay zekâsı, Doctor Strange’in kadim bilgesi Ancient One, vs.). Yine gölge arketipi, genelde “süper kötü” karakterler olarak yer alır: Kahramanın mücadele ettiği kötü adam çoğu zaman kahramanın içindeki kötü ihtimalin dışavurumudur. Hatta bazı eserler bu ikiliği net söyler: Star Wars’ta “karanlık tarafa geçmek” ifadesi, Jung’un gölgeye teslim olmak dediği şeyle aynıdır[9]. Luke, karanlık tarafa geçip babası gibi bir gölgeye dönüşme tehlikesiyle uğraşır. Harry Potter serisinde de Harry ile Voldemort arasında zihin bağlantısı vardır; biri saf kahraman, diğeri saf gölgedir ve aslında ruhları birdir. Bu tür örnekler çoğaltılabilir.

Süper kahraman filmlerinin bu arketipik zenginliği, izleyicilerin bilinçdışına hitap eder ve onları büyüler. Bir Marvel filmi izlerken, yüzeyde aksiyon seyretsek de derinde kolektif bilinçdışımız “ebedi masal”ını tanır ve bundan haz alırız[72]. Psikolojik olarak, süperkahramanlar bize kendi potansiyelimizi, kendi vicdan savaşımızı, kendi kahramanlık kapasitemizi sembolik olarak hatırlatır.

Ayrıca süperkahramanların çift kimlik taşıması (Clark Kent/Superman, Peter Parker/Spider-Man gibi) Jung’un Persona kavramının adeta illüstrasyonudur. Günlük hayatta sıradan, mütevazı bir kimlikle (persona) gezen kahraman, tehlike anında gerçek gücünü kuşanır (öz benlik). Bunu modern insan da yapar: İş yerinde farklı maske, evde farklı maske takar; iç dünyasında belki bambaşka güçlü yönleri vardır ama bunu dışarı karşı gizler. Bu nedenle bu karakterlerle özdeşim kurarız.

Son olarak, süper kahraman hikâyeleri sıklıkla fedakârlık temasını işler (kahraman gerekirse kendini feda eder, Iron Man’in sonu gibi). Bu da arketipsel Kurban motifinin kahramanla birleşimidir. Gilgamesh’te Enkidu bir nevi kurban olmuştu (Gılgamış’ın yerine ölerek onu dönüştürdü). Modern hikâyelerde de benzer fedakârlıklar, izleyicinin kolektif bilinçdışında derin duygular uyandırır.

Kısacası, bugün popüler olan süper insan masalları, kadim mitlerin renklendirilmiş türevleridir. Jung’un dediği gibi “aradan zaman geçse de insan doğası değişmediği için arketipler, farklı kostümlerle de olsa sahneye çıkar”[2].

Arketipsel Motiflerin Tarihsel Evrimi ve Kolektif Bilinçdışındaki İzleri

Arketipler, insanlık tarihinin en eski anlatılarından bugünün filmlerine dek evrilerek varlığını sürdürür. Bir motif, bir kültürde tanrıların hikâyesi iken, bin yıl sonra başka bir kültürde destan kahramanlarına, sonra efsanelere, masallara, romanlara, filmlere dönüşebilir[71][73]. Bu değişim, özde bir süreklilik barındırır: Jung’un kolektif bilinçdışı dediği havuz, bu motifleri korur ve her çağ onları kendi dilinde yeniden üretir[74][75]. Gılgamış Destanı, bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Yaklaşık 4000 yıl önce kil tabletlere yazılan bu öykü, sonraki medeniyetlere miras kalmış; Asur, Babil, Hitit, Kenan diyarlarında diller değiştirilerek yeniden anlatılmış; unutulduğu çağlar olmuş ama nihayet 19. yüzyılda arkeologlarca yeniden keşfedilerek dünya kültür mirasına kazandırılmıştır[76][77]. Bugün hâlâ Gılgamış konuşuluyor, okunuyor, hatta modern edebiyata ilham veriyorsa, bunun sebebi içerdiği arketipsel temaların zamansız oluşudur[78][79].

Tarih boyunca kahraman arketipi farklı formlarda evrildi. İlk kahramanlar (Gılgamış, Herakles, Odysseus) yarı ilahî savaşçılar idi. Orta Çağ’da bu arketip şövalye, aziz veya destan kralı (Kral Arthur, Selahaddin Eyyubi gibi) kimliğine büründü. Modern çağda ulus devletlerle beraber kahramanlık daha dünyevi bir hal aldı; milli kahramanlar, devrimciler, kaşifler öne çıktı. 20. yüzyılın sonlarında ise kahraman arketipi global popüler kültürde süper kahramanlar suretine erişti. Fakat özünde hep aynı motif: “Kahraman engelleri aşar, toplumu için bir şey başarır veya bir gerçeği ortaya çıkarır.” Bu motifin değişmez çekirdeği, Jung’un deyimiyle “anlam çekirdeği”dir ve her uyarlamada korunur[80][81].

Gölge arketipi de tarihin her döneminde karşımıza çıkar, bazen canavar bazen şeytan bazen düşman ulus şeklinde. Eski çağlarda insan, gölgesini daha çok dışsallaştırıp efsanelerde canavarlara atfetmiştir (ejderhalar, iblisler). Orta çağlarda cadılar, vampirler gibi figürler kolektif gölgeyi temsil etti – toplum, kendi karanlığını “ötekilere” yansıttı. Modern dönemde bilimkurgu edebiyatı, gölge motifini uzaylı istilacılar veya robotlar üzerinden işlemeye başladı (insanın korkuları bu sefer teknolojik yaratıklara yüklendi). Ancak temelde hepsi, insanın bilinmeyen karşısındaki korkusunu ve kendi içindeki şiddet potansiyelini sembolize ediyordu.

Bilge ihtiyar arketipi de binlerce yıl boyunca değişik kisvelerle görünür oldu: İlkel toplumda şaman, antik çağda bilge kral (Süleyman gibi) ya da bilge bilici (Tiresias gibi), Orta Çağ’da ermiş ya da bilge keşiş (dede korkut, Lokman Hekim), modern dönemde bilge bilim insanı (Einstein figürü mesela) veya kurgusal akıl hocaları (Yüzüklerin Efendisi’nde Gandalf, Harry Potter’da Dumbledore). İnsanlık, her çağda bu bilge figüre ihtiyaç duydu ve onu kendi gerçekliğine uygun şekilde yarattı. Bu da Jung’un “archetypal projection” dediği sürecin örneğidir: Kolektif bilinçdışındaki bir imge, uygun bir taşıyıcı bulur ve o dönemde görünür olur[74][75].

Anima/Animus motifleri tarihsel olarak belki en çok edebiyat ve aşk hikâyelerinde iz bırakmıştır. Antik mitolojideki femme fatale (erkeği felakete sürükleyen kadın, örn. Pandora veya Sirenler) ya da kurtarıcı ilah kadın (Kutsal Meryem figürü) anima arketipinin farklı yüzleridir. Animus ise masallarda prens figürüyle, savaşçı mitlerde kadın kahramanın içindeki erkek enerjiyle belirmiştir (Yunan Artemis’i ya da Amazonlar, animus arketipli kadın karakterlerdir). 19. yüzyıl romanlarında ideal aşk imgesine yansıtılan anima/animus, günümüzde belki sinema ve müzikteki idol kültünde yaşamaktadır. İnsanlar halen bilinçdışı eş imgesini dışarıda birine yükleyip tapınırcasına sevebilmektedir – örneğin fanatik hayranlık olgusu, Jung’un projeksiyon kavramıyla açıklanabilir.

Vahşi adam arketipinin evrimini daha önce vurguladık: Enkidu’dan orta çağın “yeşil adam” efsanelerine, oradan modern edebiyatta orman çocuğu temalarına ve bugünün doğaya kaçış trendlerine dek sürer[71][82].

Tufan ve yılan gibi semboller de din değiştirdikçe form değiştirdi: Tufan mitinin yerini Kıyamet mitleri aldı (yangın tufanı, nükleer savaş senaryoları vs.); yılan sembolü Orta Çağ’da şeytanla özdeşleştirildi, tıpta ise şifa ile. Lakin insan zihnindeki imgesel güçleri baki kaldı.

Northrop Frye, edebiyatta arketipsel eleştirinin öncüsü olarak, edebiyat eserlerini bu ortak motifler üzerinden okumayı önerir[83][84]. Bir metinde örneğin cennet bahçesi betimlemesi varsa bunun Adem ile Havva mitinden iz taşıyabileceğini söyler; karakterler arketipsel rolleri tekrarlarlar. Günümüz okuru da bilerek ya da bilmeyerek bunları fark eder. Bu sebeple “hiçbir hikâye tamamen yeni değildir, hepsi kadim tohumlardan filizlenir” denir[65][85]. Campbell bunu “mitolojinin simgeleri kendiliğinden oluşur ve kaynağının tohumunu bozulmadan içinde taşır” diyerek açıklamıştır[65][86].

Kolektif bilinçdışı, insanlığı görünmez bir ağ gibi birleştirir. Bu yüzden Avustralya aborjinlerinin yaratılış efsanesinde de, Norveç sagasında da, Afrika masalında da benzer yapılar bulabiliriz. Jung’un kuramı ilk ortaya atıldığında kültürel çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, mitoloji ve psikolojide birleştirici bir yaklaşım getirdiği için devrimci kabul edildi. Bugün arketip kavramı, sadece psikoloji değil, edebiyat, sanat, antropoloji, dinler tarihi gibi alanlarda da yerleşik bir analiz aracı olmuştur.

Gılgamış Destanı, bu arketiplerin pek çoğunu içinde barındıran anahtar bir kök metin olarak tanımlanır[87][88]. Bir makalede dendiği gibi: “Gılgamış Destanı insanlığın genetik olarak sahip olduğu zihinsel ve duygusal mekanizmayı ortaya koyan, psikolojisinin özetini veren ilk arketipleri barındırır”[14][89]. Bu arketipler, kolektif bilinçdışından sonraki çağların destan, masal, efsane ve hatta tiyatro, roman, sinema gibi tüm anlatılarına akmıştır[71][82]. Gılgamış’taki Enkidu, nasıl ki Kuyucaklı Yusuf romanında dahi bir yansıma bulmuşsa (Yusuf karakterinde)[69][70], benzeri şekilde diğer motifler de yeni prototiplere ilham vermiştir.

Tarih boyunca insanlar belki Gılgamış adını unuttular, ama onun hikâyesini farklı isimlerle anlatmaya devam ettiler. Sonuçta, Gılgamış Destanı’nın özü, yani ele aldığı varoluşsal sorular hiç eskimedi: “Yaşamın anlamı nedir? Ölüm kaçınılmaz mı? İyi bir yönetici (kahraman) nasıl olmalıdır? Doğa ve insan dengesi ne olmalı?” Bu sorular bugün de geçerli. Arketipsel açıdan bakarsak, destandaki her öge kolektif bilinçdışında iz bırakmaya devam ediyor. Bu izler rüyalarımıza, sanat eserlerine, popüler hikâyelere sızıyor.

Carl Jung’un kuramının güzelliği, bu ortak mirası bize hatırlatmasıdır. Gılgamış’ın kayıp tabletlerini okuyunca, “aslında biz hâlâ aynı rüyaları görüyoruz” demek mümkün oluyor. Arketipler belki de insan olmanın tanımıdır: Hepimiz benzersiziz ama aynı temel desenin varyasyonlarıyız. Bu yüzden, 21. yüzyıl insanı Gılgamış Destanı’nı okurken kendini şaşırtıcı ölçüde yakın hissedebiliyor. Kolektif bilinçdışımızın derinliklerinde Gılgamış’ın acısı bizim acımız, Enkidu’nun doğallığı bizim özlemimiz, Utnapiştim’in bilgeliği bizim idealimiz olarak yaşamayı sürdürüyor.

Sonuç

Jung’un arketip teorisi, mitolojik metinleri ve insan psikolojisini ortak bir zeminde buluşturan güçlü bir anahtar sunar. Bu anahtarla Gılgamış Destanı’na baktığımızda, dört bin yıl öncesinin bu metninin aslında hepimizin ruhunun bir yansıması olduğunu görürüz. Kahraman Gılgamış’ta kendi cesaret ve kibir karışımımızı, Enkidu’da içimizdeki ilkel doğayı, İştar’da cezbedici ve tehlikeli arzuları, Utnapiştim’de erişmek istediğimiz bilgeliği tanırız. Destandaki olaylar –dostluk, macera, kayıp, arayış– hayat döngülerimize benzer. Jung’un dediği gibi, “mitolojiler kolektif bilinçdışımız hakkında bize bir şeyler söyler”[8]. Gılgamış Destanı da insanın anlam arayışı, ölümle yüzleşmesi ve kendini aşma çabasına dair ilk büyük sözlerden biridir ve bu söz halen kulaklarımızda çınlamaktadır.

Son tahlilde, Gılgamış’ın hikâyesiyle Jung’un kuramı birleştiğinde şu sonuca varabiliriz: İnsanlık tarihî tecrübeleriyle ruhunun derinliklerine bazı kalıplar işlemiştir ve biz farkında olmasak da bu arketipik kalıplar bugünümüzü etkilemeye devam eder. Gılgamış Destanı, bu kalıpların ilk kayıtlarından biri olduğu için, modern psikolojide bile güncelliğini korur. Kahraman hâlâ yollara düşüyor, gölgesiyle boğuşuyor, bilgeyi arıyor, bazen aradığını bulup bazen yılanlara kaptırıyor. Fakat hikâye bitmiyor: Yeni Gılgamış’lar, yeni Enkidu’lar her devirde sahneye çıkıyor. Bu döngü, kolektif insanlık tecrübesinin bir nevi sonsuz yolculuğudur[90]. Jung’un da imlediği üzere, her birimiz bu büyük destanın bir parçasıyız ve içimizdeki arketipleri tanıdıkça hem kendimizi hem insanlığı daha derinden anlayabiliriz. Gılgamış Destanı bu yolda bize ışık tutan kadim bir aynadır; o aynada kendi yüzümüzün binlerce yıl önceki akislerini görmek mümkün. Bu da, mitos ile psikolojinin buluştuğu yerde ortaya çıkan büyülü gerçektir.

Kaynaklar:

·         Jung, C. G. Dört Arketip (Çev. Z. Aksu Yılmazer). Metis Yayınları, 2006. (Özellikle “Bilge Yaşlı Adam” bölümü, s.86, 109).

·         Riganelis, G. Ö. (2020). “Gılgamış Destanı ve Kuyucaklı Yusuf: Vahşi Adam Arketipi Olarak Enkidu ve Yusuf”. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 13(29), 134-154[14][71].

·         Birgül, O. (2021). “Bir Sırrın İfşası Olarak Gılgamış Destanı”. K24 (Online)[23][24].

·         UKEssays (2017). “Psychology Analysis: The Epic of Gilgamesh” (Jungian analysis essay)[29][40].

·         Campbell, J. (1949). The Hero with a Thousand Faces (Türkçesi: Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, 2013, Sabri Gürses çevirisi)[65][2].

·         Jung, C. G. Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı (Collected Works, Vol.9/I) – (Türkçesi: Hamdi Aydın çevirisi, Okuyanus Yay., 2019)[10][11].

·         “Jungian Archetypes – Wikipedia” (Erişim: 2025)[10][9].


[1] [4] [20] [32] [34] [55] [56] [61] [76] [77] Gılgamış Destanı - Kitap İncelemesi

https://kitapincelemesi.com/gilgamis-destani/

[2] [6] [14] [31] [33] [64] [65] [69] [70] [71] [73] [74] [75] [80] [81] [82] [83] [84] [85] [86] [87] [88] [89] [90] DOĞA KARŞISINDA GILGAMIŞ DESTANI VE KUYUCAKLI YUSUF: VAHŞİ ADAM/DOĞA ADAMI ARKETİPİ OLARAK ENKİDU VE YUSUF

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1005976

[3] [5] [9] [10] [11] [68] [72] Jungian archetypes - Wikipedia

https://en.wikipedia.org/wiki/Jungian_archetypes

[7] [8] [15] [16] [17] [18] [19] [21] [22] [23] [24] [25] [26] [27] [28] [35] [36] [37] [38] [42] [45] [48] [66] [67] [78] [79] Bir sırrın ifşası olarak Gılgamış Destanı – K24

https://www.k24kitap.org/bir-sirrin-ifsasi-olarak-gilgamis-destani-3878

[12] [44] Anima Animus | Wise Old Man and Wise Old Woman | Pursuing Traditions

https://pursuingtraditions.wordpress.com/2013/05/20/anima-animus-wise-old-man-and-wise-old-woman/

[13] [29] [30] [39] [40] [41] [43] [46] [47] [49] [50] [51] [52] [53] [54] [57] [58] [59] [62] [63] Psychology Analysis: The Epic of Gilgamesh | UKEssays.com

https://www.ukessays.com/essays/english-literature/studying-a-jungian-analysis-of-gilgamesh-english-literature-essay.php

[60] Exploring the Epic of Gilgamesh | The Art(s) of Ideology

https://blogs.stockton.edu/artofideology/2021/09/17/exploring-the-epic-of-gilgamesh/

Yorumlar (0)

Yorum Yap

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!